İçindekiler
Kıyılarda özel mülkiyetin oluşmasının köklerini Osmanlı İmparatorluğu’nun arazi rejiminde aramak gerekir. Çünkü, 1980’li yıllara kadar Türkiye Cumhuriyeti tarafından sürdürülen “kıyısız” kıyı rejimi, Osmanlı toprak hukukunun izlerini taşımaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Kıyılar
Osmanlı İmparatorluğu döneminde kıyılarda özel mülkiyet oluşmasını sağlayan çeşitli hukuki müesseseler söz konusudur. Bunlardan birincisi denizden doldurma, ikincisi ise ihyadır. Gerek denizden doldurma ve gerekse ihya suretiyle elde edilen ve mülk arazi statüsüne tabi kılınan bu taşınmazlar, 864 sayılı Tatbikat Kanunu’nun 18. maddesi gereği Cumhuriyet döneminde de korunmuş ve özel mülkiyete tabi arazi olarak kabul edilmiştir.
1. Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Denizden Doldurma
Denizden doldurma ve kurutma yoluyla arazi kazanılması imkanı ilk olarak 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi’yle getirilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde arazi rejimini düzenleyen bu Kanun’un 132. maddesinde “Her kim izni sultani ile deryadan bir mahalli imla eylerse ol mahalle malik olur. Ve izin alıpta 3 sene doldurmaz ise anda bir hak kalmayıp diğeri baizni sultani ol mahalli imla ile temellük edebilir ve eğer bir kimse bila izin deryadan bir mahalli doldurur ise orası beytülmalin olup canibi miriden bedeli misil ile ol kimseye ve istinkaf ettiği suretle bilmüzayede talibine satılır.” hükmü yer almaktaydı.
Arazi Kanunnamesi’nin bu maddesine göre, padişahtan izin almak şartıyla denizden doldurulan yerler, dolduran kişi adına tescil edilebilmekteydi. Doldurma izni alan kişi üç yıl içerisinde doldurma işlemini gerçekleştirmez ise doldurma hakkı düşmekte ve bir başkası o alanı padişah izni ile doldurma hakkı alabilmekteydi. Bu kişiler, doldurdukları bu alanın hem kuru mülkiyetine, hem de menfaat mülkiyetine sahip olmaktaydı. Bu şekilde doldurulan alanlar mülk arazi statüsünde olduğu için kıyıda özel mülkiyet doğmasına neden olmaktaydı.
132. maddeye göre kişilerin izinsiz olarak denizden doldurdukları yerlerin mülkiyeti Hazine’ye aittir. Bu yerler Hazine’ce öncelikle izinsiz olarak doldurma işlemini gerçekleştiren kişiye satılabilmekteydi. Eğer bu kişi, bu alanı satın almaktan imtina ederse bu alan ihale yoluyla satılmaktaydı. Bu şekilde satılan araziler de özel mülkiyetin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Eğer izinsiz doldurulan yer kimseye satılamaz ise miri arazi statüsüne girer. Bu araziler ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra özel mülk haline gelmiştir.
2. Osmanlı İmparatorluğu Döneminde İhya
Kıyılarda özel mülkiyet oluşmasını sağlayan ikinci müessese, Mecelle’nin 1051. maddesinde ziraata elverişli olmayan arazinin ziraata elverişli hale getirilmesi olarak tanımlanan ihyadır. Bu tanıma göre ihya ziraata elverişli olmayan arazinin masraf ve emek harcanarak elverişli hale getirilmesi olarak tanımlanabilir (Cin, 1981: 87).
Osmanlı toprak ve mülkiyet hukuku incelendiğinde, üzerinde konut veya benzerleri yapılmış sahipsiz yerler ile deniz, göl, ırmak kıyılarında ya da bu tür yerlerin etkisi altında kalan veya başka yerlerde bulunan ve sahipsiz olup da tarıma elverişli duruma getirilen yerlerin mülkiyet konusu yapıldığı, tapu senetlerinin verildiği görülmektedir.
Bir arazinin ihya edilebilmesi için çeşitli şartların bir araya gelmesi gerekir ki bunlardan ilki, padişah iznidir. İhya için padişah izni gerekip gerekmediği konusunda Hanefi fıkıhçılar arasında görüş ayrılığı mevcut ise de Mecelle, Ebu Hanife’nin görüşünü benimseyerek ihya için padişah iznini şart koşmuştur. Gerek Arazi Kanunnamesi’nin 103. maddesi ve gerekse Mecelle’nin 1272. maddesi, ihya için padişahın izni gerektiğini vurgulamaktadır. İhyanın diğer önemli şartı ise arazinin, masraf ve emek harcayarak tarıma elverişli hale getirilmesidir.
Bu kapsamda tarıma elverişli olamayan kıyı alanları üzerinde ihya izni verilmesi ve bu alanların ihya edilmesi mümkündü. İhya edilen taşınmazın mülkiyeti konusunda ise Arazi Kanunnamesi ile Mecelle arasında farklılık söz konusudur. Arazi Kanunnamesi kapsamında yapılan ihyada rekabe (kuru ya da çıplak mülkiyet) devlete, kullanma hakkı ihya edene ait olur. Bir başka ifadeyle ihya eden arazinin sadece “menfaat” olarak tabir edilen kullanma hakkına sahip olur.
Buna karşılık Mecelle’nin 1272. maddesi kapsamında yapılan ihyalarda ise iki farklı durum söz konusudur. Eğer ihya izni bizzat padişah tarafından verilmiş ise ihya eden, arazinin sadece kullanma hakkını değil, kuru mülkiyetini de elde eder. Buna karşılık görevli memurun verdiği izinle yapılan ihyalarda ihya eden sadece kullanma hakkına sahip olur.
İşte Mecelle’nin 1272. maddesi kapsamında yapılan ihyalar sonucu kıyılarda özel mülkiyetin oluşması mümkündü. Üstelik Cin (1981/b: 88) sadece Mecelle kapsamındaki ihyalarda değil, Arazi Kanunnamesi kapsamında yapılan ihyalarda da arazinin ihya edenin mülkiyetine geçmesine bir engel olmadığı görüşündedir.
Bunun yanı sıra görevli memurun verdiği izinle yapılan ihyalarda ihya eden sadece kullanma hakkına sahip olduğu için bu tür araziler miri arazi statüsüne tabi olmuşlardır. Bu araziler Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra özel mülk haline gelmiştir (Cin, 1981/b: 89), bu da kıyıda özel mülkiyet doğmasının bir diğer nedenini teşkil etmektedir.
3. Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Doğal Nedenlerle Oluşan Arazinin Satışı
Arazi Kanunnamesi’nin 123. maddesi kadim bir gölün ya da nehrin sularının çekilmesi sonucu oluşan arazilerin ihale ile satılmasını öngörmektedir. Her ne kadar aynı maddeye göre bu araziler hakkında miri arazi hükümleri uygulanmış ise de miri arazi statüsündeki bu alanlar Cumhuriyet döneminde mülk arazi haline dönüşmüştür. Bu da kıyıda özel mülkiye oluşmasına neden olmuştur.
Cumhuriyet Döneminde Kıyılarda Özel Mülkiyet
Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlayan kıyıda özel mülkiyet oluşturma süreci, Cumhuriyet döneminde de aynı hızda devam etmiştir. Aslında 1926 yılında yürürlüğe giren 743 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 641. maddesinde “Sahipsiz şeyler ile menfaati umuma ait olan mallar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Hilafı sabit olmadıkça menfaati umuma ait sular ile ziraata elverişli olmayan yerler, kayalar, tepeler, dağlar ve onlardan çıkan kaynaklar kimsenin mülkü değildir” hükmü yer almasına rağmen bu madde gereği gibi yorumlanmamış ve 2644 sayılı Tapu Kanunu’nun 8-14. maddeleri kapsamında kıyı alanlarında doldurma yapılarak özel mülkiyet elde edilebilmesi uygulamasına devam edilmiştir (Anal, 2001: 25).
Medenî Kanun’un 641. maddesinde yer alan “hilafı sabit olmadıkça” deyimi, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerler hakkında başka türlü bir düzenlemenin konusu olabileceği, bir başka ifadeyle bu yerlerde özel mülkiyet hakkının tesis edilebileceği veya bu yerlerde daha önceden kazanılmış olan özel mülkiyetin korunması amacıyla konulmuştur (Cin, 1981/b: 98).
Bu dönemde kıyıda özel mülkiyet oluşmasının sebepleri, Osmanlı dönemindeki ile aynıdır: Doldurma ve ihya. Buna bir de kadastro işlemleri ile devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin satışını ilave etmek gerekir.
1. Cumhuriyet Döneminde Denizden Doldurma ve Kurutma
Denizden doldurma konusu ilk olarak 1580 sayılı Belediye Kanunu’nda düzenlenmiştir. Söz konusu Kanun’un 159. maddesi belediyeler tarafından denizden doldurulan yerlerin tasarruf, idare ve nezaretinin belediyelere devredilmesini öngörmüştür.
Her ne kadar Yargıtay ve Danıştay, 159. maddenin belediyelere mülkiyet hakkı bahşetmediği yönünde karar vermişse de Türkiye Büyük Millet Meclisinin bir yorum kararı (17.05.1934 tarihli ve 808 sayılı) nedeniyle kıyıda doldurulan alanlar belediyeler adına tescil edilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin söz konusu yorum kararında, belediyelere devrolunan hususun yalnız idare ve nezaret hakkı olmayıp tasarruf hakkını da kapsadığı belirtilmiştir.
1933 yılında yürürlüğe giren 2644 sayılı Tapu Kanunu’nun 8 ila 14. maddeleri denizden doldurulan yerlerin, dolduran kişi adına tesciline imkan tanınmıştır. Bir başka ifadeyle “Arazi Kanunnamesi ile getirilmiş bulunan düzenlemenin genişletilmiş hali” olarak nitelendirilen (Anal, 2001: 25) 2644 sayılı Kanun denizin doldurulması sureliyle elde edilen kıyıların özel mülk olmasını açıkça kabul etmiştir (Cin, 1981/b: 101). Üstelik Kanun’un 14. maddesi gereği, denizden doldurma ile ilgili olarak Kanun’da yer alan hükümler bataklık olmayan göl ve nehir kenarlarında da geçerlidir.
8. maddeye göre arazinin bulunduğu yerin en büyük mal memurundan izin alınarak, izin tarihinden itibaren 3 yıl içerisinde doldurulan yerler, herhangi bir bedel alınmaksızın dolduran kişi adına tescil edilir. Bu madde, doldurulan yerlerin dolduran kişi adına tescilini öngördüğü için kıyıda özel mülkiyet doğmasına neden olmuştur. Ancak getirilen bu yeni düzenlemenin tatbikatı sürekli sorun olmuş, izin konusu subjektif uygulanmalardan kurtulamamıştır (Akkoç, 1999: 55). Konuyla ilgili yargıya intikal eden yüzlerce işlem olmuştur.
9. madde ise izinsiz doldurulan yerlerin dolduran kişi adına tescilini düzenlemektedir. Bu madde hükmüne göre izinsiz doldurulmuş olan yerlerin tescilinde bir sakınca olmadığı tespit edilirse doldurulan yerlerin doldurulmuş olduğu halindeki bedelinin onda biri alınarak dolduran adına tescili yapılır. Keza 11. madde de izinsiz doldurulan yerlerin durumunu düzenlemektedir. Buna göre izinsiz olarak sahibi tarafından doldurulan bir yerin tescilinde sakınca olmadığı tespit edilirse doldurulan yerin doldurulmuş olduğu haldeki kıymetinin onda biri alınıp dolduranın veya dolduranın yerine geçenin namına asıl mülkü ile birleştirilerek tescil olunur.
Gel-git hareketleri ya da birikme – çökme sonucu oluşan yerler ise 10. madde kapsamında bitişik taşınmaz malikine satılabilmektedir. Tapu Kanunu, deniz, göl ve nehirlerin doldurulması konusunda Arazi Kanunnamesi’ne göre daha esnek davranmış ve gel – git hareketleri ya da birikme – çökme sonucu oluşan yerlerin bile, bitişik taşınmaz malikine satılabilmesine imkan tanımıştır (Cin, 1981/b: 101). Bu gibi yerler aslında Medeni Kanun (743 sayılı Kanun’un 636. ve 4721 sayılı Kanun’un 708. maddesi) gereği devlete ait olmaktadır. Fakat 2644 sayılı Kanun’un 10. maddesi bu yerlerin satılabilmesine imkan tanımaktadır.
Tapu Kanunu‘nun 13. maddesi ise Devletçe veya vilâyet ve belediyelerce yapılan liman, dalgakıran inşaatıyla temizleme ve taramadan meydana gelecek arazinin özel kanunlarındaki hükümlere bağlı olacağını hüküm altına almıştır. Bu kapsamda devlet, il özel idareleri ve belediyeler tarafından yapılan liman, dalgakıran inşaatıyla temizleme ve taramadan meydana gelecek arazinin satışı bazı özel kanunlarla düzenlenmiştir. Örneğin Mersin Liman alanındaki bu şekilde oluşan bir arsanın Toprak Mahsulleri Ofisine satışı ile ilgili olarak 1962 yılında çıkarılan 86 sayılı Kanun’la, denizden dolma sonucu oluşan 37.60 m² yerin bedel karşılığı satışı için Maliye Bakanlığına yetki verilmiştir (Pala, 1975: 12).
5516 sayılı Bataklıkların Kurutulması ve Bundan Elde Edilecek Topraklar Hakkında Kanun da deniz, göl ve nehir kenarlarındaki bataklık niteliğindeki yerlerin, kurutanlar adına tesciline imkan tanıyarak kıyılarda özel mülkiyet oluşmasına neden olmuştur (Cin, 1981/b: 103).
26.04.2007 tarih ve 5637 sayılı Kanun’un 1. maddesi ile yürürlükten kaldırılan bu Kanun’un 1. maddesi belediye sınırları dışında olup Devletin hüküm ve tasarrufu altında sahipsiz bulunan bataklık ve bataklık mahiyetinde göl ve su birikintilerinin herhangi bir suretle kurutulması halinde, bu kurutma sonucu oluşan arazinin, kurutanlar adına tescil edileceğini öngörmüştür.
2. Cumhuriyet Döneminde İhya
Cumhuriyet döneminde ihya ilk olarak 2644 sayılı Tapu Kanunu’nun 6. maddesinde düzenlenmiştir. Bu madde, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis olunmamış olan ham toprağın, bu toprağı işleyerek tarıma elverişli hale getiren kişi adına bedelsiz olarak tescilini öngörmekteydi.
Üstelik taşlık ve pırnallık olup da masraf ve emek sarf edilerek ihya edilmiş yerler miktarı ne olursa olsun ihya eden adına bedelsiz olarak tescil edilmekteydi. Kıyıların da bazı kısımlarının taşlık, pırnallık niteliğinde olduğu dikkate alındığında kıyıda kalan taşınmazların bu madde kapsamında ihya eden adına tescil edilmesi ve dolayısıyla kıyıda özel mülkiyet tesis edilmesi mümkün olmaktaydı (Cin, 1981/b: 99).
Her ne kadar Tapu Kanunu’nun 6. maddesi 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile yürürlükten kaldırılmış ise de 4753 sayılı Kanun’un geçici maddesi, bu gibi alanlarda daha önceden yapılmış bulunan ihyaları korumuş ve bunların ihya edenler adına tescil edilebileceğini öngörmüştür. Bu nedenle Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun çıkarıldığı 1945 yılına kadar kıyılarda ihya yoluyla taşınmaz edinilmesi mümkün olmuştur (Pala, 1975: 9).
Üstelik 1934 yılında çıkarılan 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu’nun 22. maddesinin (g) bendi de imar ve ihya suretiyle taşınmaz edinmesine imkan tanımıştır. Madde hükmüyle, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmemiş ham toprağın, iskan haddini geçmemek şartıyla işgal edenler adına bedelsiz olarak tescil edilmesi benimsenmiştir.
Ayrıca dağlık ve taşlık ve pırnallık olup da masraf ve emek sarf edilerek imar ve ihya edilen arazinin de miktarına bakılmaksızın ihya edenler adına tescil edileceği kabul edilmiştir. 2613 sayılı Kanun’un bu maddeleri, kıyılarda ihya ve işgal yoluyla özel mülkiyet oluşmasına neden olmuştur.
28.06.1966 tarihli ve 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 37. maddesi, ihyayı yasaklamış ve bu gibi yerlerin Hazine adına tescil edileceğini öngörmüş ise de bu Kanun’un yürürlüğe girmesinden önce yapılmış olan ihyaları korumuş ve bunlar hakkında 4753 sayılı Kanun’un geçici maddesinin uygulanacağını hüküm altına almıştır. Bundan dolayı 1966 yılına kadar kıyılarda ihya nedeniyle tesciller yapılabilmiştir.
3. Cumhuriyet Döneminde Kadastro
Kıyılarda özel mülkiyet oluşmasının bir diğer nedeni ise ihya dışında kalan kadastro işlemleridir. Her ne kadar 743 sayılı Kanun’un 641. maddesi “Sahipsiz şeyler ile menfaati umuma ait olan mallar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır” hükmünü taşısa ve Yargıtay tarafından da kıyıların kadastro tespitine konu yapılamayacağı ifade edilse de arazi kadastrosu çalışmalarında kıyıların şahıslar, hatta bazı durumlarda Hazine adına tespit ve tescil edildiği bilinmektedir.
Oysaki hem 641. madde kanun açıkça izin vermedikçe kıyıda özel mülkiyet oluşturulmasına engel teşkil etmekte, hem de Yargıtay kıyıların özel mülkiyete konu olacak şekilde tespit ve tescil edilemeyeceğine karar vermektedir. Örneğin Hukuk Genel Kurulu’nun 17.07.1968 tarihli ve E: 1966/1559, K: 1968/575 sayılı kararında deniz kenarında bulunan kumluk sahaların, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu ve özel mülkiyete konu olmayacağı ifade edilmiştir (Anal, 2001: 17).
Üstelik bu gibi alanların Hazine adına dahi tescili mümkün değildir. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi tarafından verilen 09.10.1969 tarihli ve E: 1969/5125, K: 1969/6645 sayılı kararda kumluk niteliğindeki yerlerin Medeni Kanun’un 641. maddesinde sözü edilen kamunun yararlandığı yerler niteliğinde olduğu, bu gibi yerlerin Hazine adına dahi tescil edilemeyeceği karara bağlanmıştır.
Ayrıca Yargıtay 1. Hukuk Dairesi tarafından verilen 04.03.1973 tarihli ve E: 1973/1770, K: 1973/1351 sayılı kararda vurgulandığı üzere kıyı niteliğindeki yerlerin zilyetlikle iktisabı mümkün değildir (Anal, 2001: 17).
Bütün bunlara rağmen arazi kadastrosu çalışmalarında kıyıda kalan taşınmazlar şahıslar adına tespit ve tescil edilerek kıyıda özel mülkiyet oluşturulmuştur. Bu durumun sebeplerini şu şekilde açıklamak mümkündür: Her şeyden önce Medeni Kanun’un 641. maddesi kıyılarda özel mülkiyeti açıkça yasaklamamaktadır. Kıyılarda özel mülkiyetin mümkün olamayacağı, 641. maddenin açık anlatımı yerine, madde metnine dayanılarak yapılan ve üzerinde bu konuda inceleme yapan herkesin anlaştığı bir yoruma dayanmaktadır (Anal, 2001: 21). Bu da kıyının özel mülkiyete konu olup olmayacağını, uygulayıcıların insafına terk etmiştir.
İkinci olarak kadastro işlemlerini düzenleyen kanun ve diğer mevzuatta kıyı kenar çizgisi belirlenmemiş alanlarda tespit işlemlerinin nasıl yapılacağının açıkça belirtilmemesi, kadastro çalışmalarında, kıyıda kalan taşınmazların şahıslar adına tespit ve tesciline imkan tanımıştır.
Cumhuriyet döneminde tapulama konusunu düzenleyen kanunların (766, 5602, 2613, 3402) hiçbirinde kıyıların özel mülkiyete konu olamayacağı açıkça belirtilmemiştir. Bu kanunların hiçbirinde kıyıların Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olarak tescil harici bırakılması gerektiği açıkça belirtilmemiş, bu konu, kadastro ile görevli memurlarının kadastro kanunlarını, 641. maddeyi ve bu maddeye ilişkin yorumları bilip bilmemelerine, kamu malının korunmasına ilişkin düşüncelerine terk edilmiştir (Anal, 2001: 23).
Üstelik 1515 sayılı Kanun da Kanun’un aradığı şartların gerçekleşmesi halinde zilyetlikle iktisaba ve zilyetlikle iktisap koşullarının gerçekleşmesi halinde idari yoldan tescile izin vermekteydi. 1515 sayılı Kanun’un tapu dairelerine verdiği “idari tescil” yetkisi, tescil için sadece şahit göstermenin yeterli olması nedeniyle) bazı durumlarda kötüye kullanılmış ve Medeni Kanun’un 641. maddesi kapsamına giren yerler (bu arada bazı kıyı sayılan yerler) de bu Kanun’a dayanılarak özel mülk olarak tapuya bağlanmıştır (Anal, 2001: 22).
Bir diğer önemli sebep de tapulama ya da kadastro tutanaklarının düzenlenişi esnasında tespit edilen taşınmazın sınırlarının deniz, göl ve nehir olarak belirtilmesidir. Taşınmazın sınırlarının “Doğusu leb-i derya, batısı … çayı, güneyi … deresi” şeklinde, denize ya da nehire dayanacak şekilde belirlenmesi de kıyıda özel mülkiyet doğmasının bir diğer nedenidir (Pala, 1975: 10).
4. Cumhuriyet Döneminde Devletin Hüküm ve Tasarrufu Altındaki Yerlerin Satışı
Kıyıda özel mülkiyet ortaya çıkmasının bir diğer nedeni ise Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin özel hukuk tüzel kişilerine satışını öngören 13.05.1953 tarihli ve 6086 sayılı Turizm Endüstrisini Teşvik Kanunu’dur. Bu Kanun’un 1972 yılında çıkarılan 1605 sayılı Kanun’un 3. maddesiyle yürürlükten kaldırılan 8. maddesi; turizm müessesesi belgesi almış tesislerin inşa ve genişletilmesine gerekli olan ve Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerin Bakanlar Kurulu’ndan izin alınmak şartıyla özel hukuk kişilerine satışına imkan tanımaktaydı.
Bu hükme dayanılarak, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin (bu arada kıyıların) turizmi özendirmek amacıyla, özel hukuk kişilerine satılması sağlanmıştır (Anal, 2001: 26). Bu maddenin uygulanmasıyla Medeni Kanun’un 641. maddesiyle konulan kural saptırılmış ve kıyılarda özel mülkiyet oluşturulmasına zemin hazırlanmıştır.
Kıyılarda Özel Mülkiyetin Yasaklanması
1970’li yıllardan itibaren kıyıların sosyal ve başta turizm olmak üzere ekonomik hayatta arz ettiği önemin anlaşılmaya başlanması, bu yerler üzerinde herkesin serbestçe faydalanmasını temin edecek, özel mülkiyete cevaz vermeyen bir hukuki düzenleme zorunluluğunu ortaya koymuştur (Cin, 1981/b: 104). Çünkü kıyıda özel mülkiyet oluşmasına izin verilirse bu mülkiyet, kıyının sağladığı bu olanaklar üzerinde de tekelci bir egemenlik, ayrıcalıklı bir kullanım gücü yaratmaktadır (Geray, 1979; 4). Çoğu ülkelerde kıyıların genellikle devletin egemenlik ve kullanımında bırakılmasının, daha doğrusu toplumun yararlanmasına açık tutulmasının, özel mülkiyete konu edilmemesinin ya da özel mülkiyetin bu amaçla sınırlandırılmasının nedeni budur.
Kıyılarda özel mülkiyetin yasaklanması amacıyla ilk olarak 6785 sayılı (mülga) İmar Kanunu’na 1605 sayılı Kanun’la eklenen ek 7. ve 8. maddelerle, kıyıda özel mülkiyet oluşturulması yasaklanmıştır.
Kanun koyucu bu maddelerle ile; deniz, göl ve nehir kenarlarında 10 metreden az olmamak üzere İmar ve İskân Bakanlığınca tespit edilecek mesafe içerisinde bulunan kamu taşınmazlarının özel mülkiyete geçirilemeyeceğini, ayrıca bu yerlerde denizden doldurma ve bataklık kurutma suretiyle özel mülkiyet konusu arazi ve arsa da kazanılamayacağını hükme bağlanmıştır.
Bundan dolayı 6785 sayılı Kanun’da 1605 sayılı Kanun’la yapılan değişikliklerden sonra Tapu Kanunu’nun 8 ila 14. maddelerinin zımnen ilga edildiği kabul edilmektedir.
Ancak Kanun, kıyılarda daha önceden oluşmuş bulunan özel mülkiyetin sona erdirilmesine ilişkin bir hüküm ihtiva etmemiştir. Kanun’un bu tutumu, daha önceden oluşan özel mülkiyetin korunmasının zımnen kabul edildiği şeklinde yorumlanabilir. Üstelik Kanun, kıyılarda 10 metreden az olmamak üzere İmar ve İskân Bakanlığınca tespit edilecek mesafe içerisinde daha önceden mevcut olan özel mülklerde kamunun ortak kullanımına ayrılmayan bina inşa edilemeyeceğini ve mevcutlara ilâve yapılamayacağını hüküm altına alarak daha önceden oluşan özel mülkiyeti korumuştur.
Bir başka ifadeyle 1605 sayılı Kanun’un ek 7. maddesinin son fıkrası ile dolgu ile mülk edinme yolu tümden kapatılmış ve kıyıların özel yasalardan kaynaklanan tasarrufa dair istisnai hükümleri dışında özel mülkiyete konu edilemeyeceği kabul edilmiş ancak; bu Kanun’un yürürlüğe girme tarihi olan 20.07.1972 tarihine kadar kazanılmış haklar saklı tutulmuştur (Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 27.03.2005 tarihli ve E: 2005/2931, K: 2005/3645).
1982 Anayasasında Kıyılarda Kazanılmış Haklar
1982 Anayasasının Danışma Meclisinde yapılan görüşmeleri esnasında Anayasa Komisyonu Başkanı Orhan Aldıkaçtı kıyıda, daha önceden kurulmuş bulunan mülkiyet haklarının korunması gerektiğini, bu mülklerin kıyı olarak kullanılması isteniyorsa kamulaştırılması gerektiğini açıkça vurgulamıştır.
Maddenin Milli Güvenlik Konseyinde yapılan görüşmelerinde de gerek Milli Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu Başkanı ve gerekse Milli Güvenlik Konseyi üyelerince, kıyıda daha önceden kazanılan mülkiyetin saklı kaldığına ilişkin beyanlarda bulunulmuştur. Örneğin Milli Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu Başkanı “Zaten, orada olsaydı da, olmasaydı da, tapuda o kıyının sahibi tescil edilmiş ise, onun hakkıdır, zaten ona dokunulmaz” ifadelerini kullanmıştır (Milli Güvenlik Konseyi Tutanak Dergisi, Cilt: 7, Sayfa: 350).
Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ise Milli Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu Başkanının bu ifadeleri üzerine “Yani zapta geçmesi bakımından açıkladınız. Çünkü, dediğiniz gibi, vaktiyle bunu normal usullerle yaptırmış, mülkiyet hakkına sahip tapusunu almış, müsaadesini almış yaptırmış ise, zaten o hak onundur, kanunen. Ancak, istimlak edilebilir, kamu yararına.” şeklinde beyanda bulunmuştur.
Anayasa’nın bu maddesinin tüm fıkraları, hazırlık çalışmaları ile birlikte değerlendirildiğinde, Anayasa koyucunun, kıyıda devletin sahip olduğu yetkilere karşılık, kişilerin de bazı haklarının bulunduğu gerçeğini göz önünde tutarak, kamu yararı ile kişi haklarını, bağdaştırmaya çalıştığı ve netice itibariyle bu madde ile ulaşılmak istenen amacın, kıyıda Anayasa’nın yürürlüğe girmesinden önce hukuka uygun olarak kazanılmış hakları korumak ve kıyıları kamuya açık tutmak ve herkesin bu yerlerden yararlanması imkan ve şartlarının mevcut olduğu alanlar haline getirmek olduğu görülmektedir.
Fakat bu kazanılmış hak konusu sadece mevzuata uygun olarak kazanılan haklar için geçerlidir. Mevzuata aykırı olarak yapılan yapıların kazanılmış hak olarak görülmesi hem kazanılmış hak kavramının doğasına, hem de Anayasa’nın 43. maddesine aykırıdır.
Anayasa Mahkemesi’nin kazanılmış hak konusuna genel yaklaşımı ise Anayasa’ya aykırılığı kesin hükme bağlanmış maddelere dayanılarak kazanılan hakların, kazanılmış hak olarak nitelendirilemeyeceği yönündedir. Mahkeme 12.12.1989 tarihli ve E: 1989/11, K: 1989/48 sayılı kararında “Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla Anayasa’ya aykırılığı saptanan bir yasaya dayanılarak ileriye yönelik hak kazanılması ve kazanılmış bir haktan söz edilmesi olanaksızdır.” şeklinde karar vermiştir. Mahkeme gerek 1961 Anayasası ve gerekse 1982 Anayasası döneminde kıyıların Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunduğuna ve bu nedenle bu dönemde oluşan mülkiyetin kazanılmış hak teşkil etmesinin mümkün olmadığına karar vermektedir.
Anayasa Mahkemesi 3086 sayılı Kıyı Kanunu’nun 1972 yılından önce kıyıda doğmuş bulunan özel mülkiyete konu yapıları kazanılmış hak olarak gören geçici 2. maddesini 43. maddeye aykırı bulmuştur. Anayasa Mahkemesine göre kıyıların Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğunu belirleyen hükmü karşısında, özel mülkiyete konu olamayan kıyıda, 1972 yılından önce mevzuata aykırı olarak yapılan yapılar yönünden “kazanılmış hakların saklı tutulacağı kuralı uygulanamaz. Çünkü yasalara aykırı durumlara dayanılarak kazanılmış hak iddiasında bulunulamayacağı, hukukun temel ilkelerinden birini teşkil etmektedir.
Anayasa Mahkemesinde göre maddenin birinci fıkrasında yer alan “…bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önceki mevzuata ve imar planına uygun olarak yapılan yapılar hakkında bu Kanun hükümleri uygulanmaz.” biçimindeki kural ile kazanılmış haklar saklı tutulmuş, ikinci ve üçüncü fıkralardaki hükümlerde de, kazanılmış bir kısım haklar dikkate alınarak, bazı koşulların mevcudiyeti halinde ilgililere bu yapı ve tesislerden yararlanma imkanının idarece verilebileceği kabul edilmiştir. Geçici 2. maddenin birinci fıkrasında yer alan “1972 yılından önce kıyıda doğmuş özel mülkiyete konu yapılar ile…” biçimindeki ibarenin kıyıda, mevzuata aykırı olarak yapılan yapılar için 3086 sayılı Kanun’un uygulanmayacağı belirtilmek suretiyle kazanılmış hakların korunacağı kuralından yararlanmaları olanağı bulunmayan yapılar için bu hakkın tanınmış olması Anayasa’nın 43. maddesine aykırı düşmektedir.
Mahkeme 3621 sayılı Kıyı Kanunu’nun 4. maddesinin (d) bendinde yer alan “(b) bendinde tespit edilen alan, belediye ve mücavir alan sınırları dışında ve köy yerleşik alanı içinde, daha önce yürürlükte bulunan mevzuat hükümlerine uygun yapıların bulunduğu meskûn alanlarda, 10.11.1985 tarihinden önce köy nüfusuna kayıtlı ve köyde sürekli oturanlar tarafından, konut olarak yapılacak yapılar için mevcut teşekkülde dikkate alınarak sahil şeridi yatak olarak en az 10 metreye düşürülebilir.” hükmünü de, Anayasa’ya aykırılığı saptanmış bir kurala dayanılarak hak kazanılamayacağı gerekçesiyle 43. maddeye aykırı bulmuştur.