1. Anasayfa
  2. Gayrimenkul Makaleleri

Avrupa Birliğinde Mülkiyet Hakkıyla İlgili Düzenlemeler


Roma Antlaşması’nda Haklar

Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kuran Roma Antlaşması’nda yer alan malların, kişilerin, sermayenin ve hizmetlerin serbest dolaşımı, kadın ve erkekler için ücretlerde eşitlik ve genel olarak ayrımcılık yasağı gibi konulardaki düzenlemeler bir yana tutulursa, Avrupa Kömür Çelik Topluluğu Antlaşması (Paris Antlaşması), Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu Antlaşması ve Avrupa Ekonomik Topluluğu Antlaşması’nda (Roma Antlaşması), insan haklarının korunmasına yönelik bir temel haklar metni bulunmamaktadır (Taşdemir ve Bağbaşlıoğlu, 2007: 21).  İlkesel olarak temel hak ve özgürlüklerin korunması Avrupa Birliğini oluşturan devletler için her zaman önemli olsa da Birliğin temelini oluşturan antlaşmalarda temel hak ve özgürlüklere yer verilmemiştir (Sanioğlu, 2008: 81).

Topluluğu kuran antlaşmalarda temel hak ve özgürlüklere yer verilmemesinde, Topluluğun asıl kuruluş amacının ekonomik olmasının yanı sıra kurucuların, Topluluk vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini koruyacak kadar derin bir bütünleşme süreci öngörmemeleri de etkili olmuştur (İlimoğlu, 2006: 11).

Topluluğun yargı organı olan Avrupa Topluluğu Adalet Divanı (ATAD) da, kurucu antlaşmalarda bu konuda hüküm olmamasını gerekçe göstererek 1969’a kadar, temel hak ve özgürlükler konusunda kendisini yetkili görmemiştir (Taşdemir ve Bağbaşlıoğlu, 2007: 24). Divan, bu dönemde verdiği kararlarında Topluluk tasarruflarının hukuka uygunluğunun münhasıran Topluluk hukukuna göre tayin edilebileceğini ve ulusal hukuka ya da ulusal hukukun yaptığı atıf dolayısıyla uluslararası sözleşmelere göre değerlendirme yapılamayacağı vurgulamıştır (Arsava, 1997: 117).

ATAD ve Temel Haklar

Fakat 1970’li yıllardan itibaren Topluluğun yargı organı olan Avrupa Topluluğu Adalet Divanı (ATAD), Birlik düzeninde temel hak ve özgürlüklerin korunmasına ilişkin bu boşluğu içtihatları ile doldurmaya çalışmıştır. ATAD, Birliğin temel haklar konusundaki norm eksikliğini içtihatları ile doldurmaya çalışmış, Topluluk hukukunda temel hak ve özgürlüklerin gelişmesi açısından adeta öncü rolü oynayarak adeta bir içtihat hukuku oluşturmuştur (Sanioğlu, 2008: 81).

ATAD, bütünleşme süreci içerisinde temel hak ve özgürlüklerin korunması açısından önemli sorumluluklar üstlenmiştir (Sanioğlu, 2008: 81). Stauder kararı ile başlayan bu süreçte ATAD, Topluluk hukuku genel prensiplerinin temel hakları da kapsadığını vurgulamış ve verdiği kararlarda temel hak ve özgürlükleri de dikkate almıştır (Taşdemir ve Bağbaşlıoğlu, 2007: 24). AET Antlaşması’nın 164. maddesi gereği Antlaşma’nın yorumlanmasında ve uygulanmasında hukuka saygıyı sağlamakla görevli olan ATAD, bu maddede geçen hukuk kavramını, sadece kurucu antlaşmalarla sınırlı olarak değerlendirmemiş, başta AİHS olmak üzere temel hukuk kaynaklarını da hukuk kavramı içerisinde değerlendirmiştir.

ATAD Stauder kararı

ATAD Stauder kararında Topluluk hukukunun sadece antlaşmalar ve Topluluk yasama işlemlerinden ibaret olmadığını, bunların yanında yazılı olmayan hukukun genel ilkelerinin de Topluluk hukukunun kaynakları arasında bulunduğunu, Topluluk hukuk düzeninin genel ilkeleri içinde bireylerin temel haklarının da bulunduğunu ve Mahkeme’nin, bunları korumak zorunda olduğunu belirtmiştir. ATAD Van Gend en Loos kararında bu konuda şunları ifade etmiştir (İlimoğlu, 2006: 27):

“Topluluk, üye devletlerin kendisi yararına belli alanlarla sınırlı olsa da, egemen yetkilerini sınırladıkları ve süjeleri sadece üye devletlerden değil, aynı zamanda onların vatandaşlarından da oluşan yeni bir hukuk düzeni teşkil etmektedir. Dolayısıyla, Topluluk hukuku, üye devletlerin kanunlarından bağımsız olarak bireylere sadece yükümlülük öngörmekle kalmaz, aynı zamanda, onlara, hukuki statülerinin bir parçası haline gelen haklar da tanır. Söz konusu haklar ise, sadece Antlaşma tarafından açıkça öngörülen hallerde değil, aynı zamanda Antlaşma’nın üye devletler ve Topluluk kurumlarının yanı sıra, bireyler için açıkça belirlenmiş yükümlülükler öngörmesi halinde de doğar.”

ATAD, Stauder kararından sonra verdiği “Internationale Handelsgeselschaft” davası kararında temel hak ve özgürlüklerin korunmasında Birliğe üye ülkelerin ortak anayasal geleneklerinden yararlanmaya başlamıştır (Taşdemir ve Bağbaşlıoğlu, 2007: 24).

Divan, bundan sonra verdiği kararlarında bir adım daha ileri giderek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ve mülkiyet hakkını dikkate almıştır. Bu tarihten sonra verdiği kararlarında Divan, temel hak ve özgürlükleri korumak amacıyla AİHS’ne sıkça başvurmuş ve Sözleşme Divan için ayrıcalıklı bir esin kaynağı haline gelmiştir (Göçer, 2000: 391).

Divan, mülkiyet hakkının ihlali iddiasıyla açılan dava sonucunda 1974 yılında aldığı Norld II kararında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni, Topluluk hukuku açısından “dikkate alınacak rehber” olarak tanımlanmıştır.[1] Kararda Sözleşme’ye açık bir şekilde atıfta bulunulmamakla beraber, Birliğe üye devletlerin taraf oldukları uluslararası sözleşmelerin ve uluslararası hukukun genel ilkelerinin temel hak ve özgürlüklerin korunmasında dikkate alınması gerektiği vurgulanmıştır (Taşdemir ve Bağbaşlıoğlu, 2007: 25).

ATAD Rutili davasında ise AİHS’ne açıkça atıfta bulunmuştur. Her ne kadar dava mülkiyet hakkı ile ilgili olmasa da Sözleşme’nin Topluluk yargısında açıkça ölçü norm olarak kullanılması büyük önem taşımaktadır. ATAD’ın Rutili davasından önce kapalı olarak, sonra ise açıkça AİHS’ni dikkate alması Topluluk hukukunda temel hak ve özgürlüklerin yerleşmesi ve gelişmesi bakımından büyük katkılar sağlamıştır (Arsava, 2008: 1263).

Divan Hauer davasında Sözleşmeyi ve Sözleşme’nin mülkiyet hakkını koruma altına alan Ek 1 No’lu Protokol’ü Topluluk hukukunun bir parçası olarak görmüştür (İlimoğlu, 2006: 46). Divan bu tarihten sonra verdiği kararlarında (örneğin 15.05.1986 tarihli Johnson, 15.10.1987 tarihli Heylens kararı)  Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni dikkate almıştır. Divan 18.10.1989 tarihli Orkem davasında Sözleşme’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından yapılan yorumunu “nitelikli bir yorum kaynağı” olarak kabul etmiştir (Arsava, 1997: 121). Buna göre Avrupa Topluluğu’nun tasarrufları, Topluluk Sözleşme’ye taraf olmasa bile, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadına tabidir (Arsava, 2005: 3).

Mülkiyet hakkının ihlali gerekçesiyle açılan Wachauf davasında ATAD, üye devletlerin Topluluk hukukunu uygularken Topluluk hukuk düzeninde benimsenen temel hak anlayışıyla bağlı olduğuna karar vermiştir.

Fakat bu kararlarına rağmen Divan, AİHS’nin ve ek protokollerinin Topluluğu doğrudan bağladığını saptamamış ve açıkça vurgulamamıştır (Arsava, 1997: 119). Divan, Sözleşme’yi daha ziyade Topluluğa üye devletlerin tamamının taraf olduğu ve Topluluk hukukunda temel hak ve özgürlüklerin korunmasının önemli bir unsurunu ve Topluluk hukukunun ayrılmaz bir parçasını teşkil eden uluslararası bir sözleşme olarak görmektedir. Üstelik Divan, kendi yargı yetkisini Topluluk hukuku ile sınırlandırmıştır. Divan verdiği kararlarında (Cinetheque davası ve Demirel davası gibi) Topluluk hukuk alanında temel haklara saygıyı temin etmekle görevli olduğunu, ancak Topluluk hukuku çerçevesinde bulunmayan bir ulusal düzenlemenin Sözleşme ile bağdaşıp bağdaşmadığını denetleyemeyeceğini vurgulamıştır.

Topluluğun diğer organlarının gayretleri de temel hak ve özgürlüklerin, Topluluk hukukunun bir parçası olması yönündedir. Parlamento, Konsey ve Komisyon’un 5 Nisan 1977 tarihli ortak açıklamasında (Temel Haklara İlişkin Ortak Bildirge) temel haklara saygı kavramının, Topluluğun temel ilkeleri arasında yer aldığı vurgulanmıştır. Her ne kadar bu açıklama bir ortak bildiri niteliğinde ise de ATAD, Hauer kararında bu belgeyi referans olarak göstermiş, Almanya Anayasa Mahkemesi de belgeyi Topluluk hukukunda temek hak ve özgürlüklerin korunmasında önemli bir güvence olarak nitelendirmiştir (İlimoğlu, 2006: 20).

Tek Avrupa Senedi

1987 yılında yürürlüğe giren Tek Avrupa Senedi, AİHS’ne ve Avrupa Sosyal Şartına atıfta bulunarak temel hak ve özgürlüklerin, Topluluk hukukuna girmesi konusunda ilk sinyali vermiştir. Bu belgenin önsözünün 3. paragrafında üye devletlerin, AİHS ve Avrupa Sosyal Şartı’nda tanınan temel hak ve özgürlükleri geliştirmede kararlı olduğu vurgulanmıştır.

Avrupa Parlamentosunun 12 Nisan 1989 tarihinde aldığı bir kararla kabul edilen Temel Hak ve Özgürlükler Bildirisi’nde yaşama hakkı, düşünce özgürlüğü, yasa önünde eşitlik, insan onurunun dokunulmazlığı, özel yaşamın korunması, ailenin korunması, mülkiyet hakkı, dilekçe hakkı, eğitim hakkı, tüketicinin korunması hakkı gibi hak ve özgürlükler düzenlenmiştir (Sanioğlu, 2008: 87). Bu Bildirinin 9. maddesi, mülkiyet hakkının korunması ile ilgilidir. Ancak Parlamento, üye devletleri ve diğer Topluluk organlarını bu deklarasyona katılmaya davet etmiş ise de gerekli desteği bulamadığı için bildiri somut bir sonuca ulaşamamış ve Parlamento’nun görüşü olarak kalmaya mahkum olmuştur (İlimoğlu, 2006: 20).

Bu yazımız da ilginizi çekebilir:  İrtifak Hakları KDV'ye Tabi mi?

Maastricht Antlasması

Avrupa Parlamentosu 11 Temmuz 1990’da AB’ye yönelik olarak kabul ettiği kararında diğer haklarını yanı sıra mülkiyet hakkını da içeren bir dizi hakkın Maastricht Antlaşması’na eklenmesini istemiştir. 1993 yılında yürürlüğe giren Maastricht Antlasması’nın F maddesinin (bu madde 1997 yılında imzalanan Amsterdam Antlaşması ile 6. madde olarak değiştirilmiştir) 2. fıkrasıyla mülkiyet hakkı da dahil olmak üzere AİHS’de güvence altına alınan temel haklar ile Birliğin genel hukuk ilkelerinden olan üye devletlerin ortak anayasal geleneklerinden kaynaklanan temel haklara bağlılık, Birliğe bir yükümlülük olarak yüklenmiştir (Taşdemir ve Bağbaşlıoğlu, 2007: 27). Bu madde, AİHS’nin Birlik hukukunun bir parçası olmasını sağlaması bakımından önem taşımaktadır. 1999 yılında yürürlüğe giren Amsterdam Antlaşması ise ATAD’ı, Birlik kurumları tarafından yapılan düzenlemelerin temel hak ve özgürlükler yönünden uygunluğunu denetlemekle görevlendirmiştir (Sanioğlu, 2008: 98).

Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı

Avrupa Birliğinin insan hakları belgesi niteliğinde olan ve 07.12.2000 tarihinde Nice’te yapılan zirvede Avrupa Parlamentosu, Konsey ve Komisyon tarafından imzalanmış ve ilan edilmiş bulunan Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı da mülkiyet hakkı ile ilgili hükümler ihtiva etmektedir. Şart’ın “Mülkiyet hakkı” başlıklı 17. maddesi şu şekildedir:

“1. Herkes, yasalara uygun olarak elde edilmiş mallarını sahiplenme, kullanma, tasarrufta bulunma ve miras bırakma hakkına sahiptir. Kamu yararı gerekçesiyle, yasalarda belirlenmiş durum ve koşullarda ve makul bir süre içinde karşılığının ödenmesi hali dışında, kimse mallarından yoksun bırakılamaz. Kamu yararı için gerekli olduğu ölçüde, mülkiyet hakkının kullanılması yasa ile düzenlenebilir.

2. Fikri mülkiyet korunur.”

Her ne kadar kurucu antlaşmalara dâhil edilmesi ya da bir antlaşma maddesinde kendisine atıfta bulunulması önerileri kabul edilmemesi nedeniyle, Konsey, Komisyon ve Avrupa Parlamentosu tarafından kabul edilen bir bildiriden öteye gidemese (Taşdemir ve Bağbaşlıoğlu, 2007: 24) de Temel Haklar Şartı, temel hak ve özgürlüklerin Topluluğun gündeminde daha fazla yer işgal etmesi bakımından önemli bir işlev görmüştür. Üstelik Temel Haklar Şartı, Avrupa vatandaşlarının ve Avrupa sınırları içinde yaşayan kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin tek bir belgede toplanması da Birlik içinde insan haklarının gelişmesi bakımından önemlidir.

Temel Haklar Şartı, temel hakların sınırlandırılabilmesini öngörmektedir. Şart’ın 52. maddesine göre temel haklar; kanunla öngörülmek, hakkın özüne dokunmamak ve ölçülülük ilkesine uyulmak şartı ile kamu yararı amacıyla sınırlanabilir (Arsava, 2005: 11). Hem Şart’ta, hem de Sözleşme’de yer alan haklar ise Sözleşme’de yer alan anlam ve kapsamla geçerli olacaktır.

Avrupa Birliği Anayasası da mülkiyet hakkını koruma altına almaktadır. Anayasanın “mülkiyet hakkı” başlıklı 77. maddesinde genel olarak sahip bulunulan taşınmazlar için söz konusu olan kişilerin mülkiyet hakkından “kamu yararına olması ve yasa gereğince kayıpları için zamanında adil bir tazminat ödenen durumlar ve koşullar altında” herkesin mülkiyet hakkından mahrum bırakılabileceği, mülkiyet kullanımının da genel çıkar açısından gerekli olduğu ölçüde yasalarca düzenlenebileceği belirtilmiştir. Madde hükmü şu şekildedir:

“Mülkiyet hakkı

  1. Herkes, yasal olarak edindiği varlıklarına sahip olma, bunları kullanma, elden çıkarma ve miras olarak bırakma hakkına sahiptir. Kamu yararına olması ve yasa gereğince kayıpları için zamanında adil bir tazminat ödenen durumlar ve koşullar altında olması dışında, hiç kimse varlıklarından mahrum bırakılamaz. Mülkiyet kullanımı, genel çıkar açısından gerekli olduğu ölçüde yasalarca düzenlenebilir.
  2. Fikri mülkiyet hakkı koruma altındadır.”

Avrupa Birliği’nin Sözleşme Karşısındaki Konumu

Avrupa Birliği, birlik olarak Sözleşme’nin tarafı olmadığı için gerek AİHK ve gerekse yakın zamana kadar AİHM Birlik uygulamaları nedeniyle açılan davaları kişi bakımından yetkisizlik (ratione personae) gerekçesiyle reddetmiştir.

Konu hakkında 1990 yılında Avrupa İnsan Hakları Komisyonu tarafından M&Co. davasında verilen kararda Avrupa Topluluğu Komisyonu tarafından uygulanan ve hukuka uygunluğu daha önceden ATAD tarafından saptanan para cezası nedeniyle Almanya’ya karşı yapılan bireysel başvuruyu konu bakımından yetkisizlik (ratione materiae gerekçesiyle) kabul etmemiştir (Arsava, 2008: 1260). Komisyon, herhangi bir konuda egemenlik haklarının uluslararası kuruluşa devredilmesi durumunda temel hakların söz konusu uluslararası kuruluş bünyesinde eşdeğer şekilde korunması kaydıyla, uluslararası kuruluşun önlemlerinin AİHK’na uygunluğunu varsayım olarak kabul etmiştir (Arsava, 2008: 1260).

AİHM de uzun bir süre Avrupa Birliği’nin Sözleşme’nin tarafı olmaması nedeniyle, Birlik uygulamaları ve mevzuatı nedeniyle açılan davaları, kişi ya da konu bakımından yetkisizlik nedeniyle reddetmiştir (Arsava, 2008: 1260). AİHM, ATAD nezdinde görülen davalarda kanun sözcüsünün nihai talebinin cevaplandırılması olanağının bulunmaması nedeniyle açılan Emesa Sugar davasında da konu bakımından yetkisizlik kararı vermiştir (Arsava, 2008: 1261).

Fakat Mahkeme daha sonra görüşünü değiştirerek Sözleşme’ye taraf devletlerin uygulamalarını Topluluk hukukuna dayandırmalarının, AİHM’nin denetim yetkisini bertaraf etmediğine karar vermiştir. Örneğin Cantoni davasında AİHM, Topluluk direktifini iç hukukta düzenleyen Fransız ceza kanununun Sözleşme’ye uygunluğunu denetlemiştir. Buna göre Topluluğa üye devletler, Sözleşme’den kaynaklanan yükümlülüklerinden, yetkilerini Topluluğa devrettiği gerekçesiyle kurtulamazlar.

Ancak daha sonra Mahkeme mülkiyet hakkıyla ilgili olarak açılan 30 Haziran 2005 tarihli Bosphorus kararıyla, önemli bir kriter ortaya koymuştur. Mahkeme bu kararında da Sözleşmeci devletlerin gerek ulusal, gerekse uluslararası hukuki zorunluluklardan kaynaklanan her türlü işlemlerinden sorumlu olduklarını, uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülüklerin AİHS’nden kaynaklanan sorumluluğu bertaraf etmeyeceğini belirtmekle beraber bu kararında bir uluslararası örgütün temel hakları korumakta en az Sözleşme’nin gerektirdiğine denk maddi garantileri ve kontrol mekanizmalarını sağladığı sürece bu örgüte ilişkin antlaşmalardan kaynaklanan uygulamaların Sözleşme’nin ihlalini oluşturmayacağına karar vermiştir.

Bunun için temel şart örgüte üye devletlerin bir hareket alanına sahip olup olmadıklarıdır. Mahkeme Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlali nedeniyle açılan davada üye devletlerin Topluluk hukukunu iç hukuklarına yansıtılması konusunda bir hareket alanına sahip olmaları durumunda Sözleşme’ye taraf devletlerin işlemlerinin Sözleşme’nin kapsamına girdiğine, buna karşılık üye devletlerin Topluluk hukukunu uygulama konusunda herhangi bir hareket alanına sahip olmadıkları durumda (Sözleşme’nin gerektirdiğine denk maddi garantilerin ve kontrol mekanizmalarının sağlandığı varsayılırsa) ulusal önlemlerin Sözleşme’ye uygunluğunun karine olarak kabul edileceğine karar vermiştir (Arsava, 2008: 1262). Fakat Sözleşme’de korunan hakların açıkça ihlal edildiği ispat edilebilirse, bu karinenin çürütülmesi mümkündür (İlimoğlu, 2006: 136).

Bu karar AİHM’nin, denetim yetkisi konusunda herhangi bir kriter koymadığı Cantoni kararından dönme olarak kabul edilmiştir (Arsava, 2008: 1262). Ancak şurası da bir gerçektir ki AİHM Topluluğun işleyişini ve ATAD’ın Topluluk hukukunda temel hak ve özgürlüklerin geliştirilmesindeki gayretlerini dikkate almakta ve Topluluk sistemin etkin şekilde devamını sağlayabilmek amacıyla Topluluk organlarına belirli bir hareket alanı tanımaktadır.

[1] Burada şunu da vurgulamak gerekir: ATAD sadece AİHS’ni değil, diğer uluslararası anlaşmaları da dikkate almaktadır. ATAD, 15.06.1978 tarihli Defrenne karanda Avrupa Sosyal Şartına, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 111 no’lu anlaşmasına; 18.10.1989 tarihli Orkem ve Solvay kararlarında BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesine atıfta bulunmuştur. Konu hakkında ayrıntılı bilgi için: Arsava, F. (Yıl) Avrupa Toplulukları Adalet Divanı ve Temel Haklar, s: 119