İçindekiler
- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Mülkiyet Hakkı
- Tapu Siciline Güven İlkesi
- Kadastro Yoluyla Taşınmaz Edinme
- Mevcut Mülkün Kadastro İşlemi Sonucu Kaybı
- Mülkiyete İlişkin İç Hukuk Mahkemelerinin Yorumları
- Kadastro Davalarının Uzun Sürmesi
- Kadastro Kanunu 41. Madde Kapsamında Yapılan Yüzölçümü Düzeltmeleri
- Arazi Toplulaştırması
- Kaynakça
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Mülkiyet Hakkı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Ek 1 No’lu Protokolün 1. maddesi mülkiyet hakkını korumaktadır. Bu madde mülkiyet hakkının korunması bakımından büyük önem taşımaktadır. Zira mülkiyet hakkının ihlal edildiği gerekçesiyle iç hukukta yasal ve idari yollara başvuran, fakat bu yollardan istediği sonucu elde edemeyen kişiler, uyuşmazlığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM/Mahkeme) önüne götürmektedir.
“Ek 1 No’lu Protokolün Mülkiyetin Korunması” başlıklı 1. maddesinin 6366 sayılı Kanun’la onaylanmış metni şu şekildedir: “Her hakiki veya hükmi şahıs mallarının masuniyetine riayet edilmesi hakkına maliktir. Herhangi bir kimse ancak âmme menfaati icabı olarak ve kanunun derpiş eylediği şartlar ve devletler hukukunun umumi prensipleri dâhilinde mülkünden mahrum edilebilir. Yukarıdaki hükümler, devletlerin, emvalin umumi menfaate uygun olarak istimalini tanzim veya vergilerin veyahut sair mükellefiyetlerin veyahut da para cezalarının tahsili için zaruri gördükleri kanunları yürürlüğe koymak hususunda malik bulundukları hukuka halel getirmez.”
Kadastro ve tapu sicili uyuşmazlıkları da mülkiyet hakkı ile ilgili önemli unsurlar ihtiva etmektedir. Çünkü bu uyuşmazlıkları doğrudan taşınmaz mülkiyeti ile ilgilidir ve taşınmaz mülkiyeti konusunun, mülkiyet hakkı kapsamına girdiğine kuşku yoktur.
Kadastro ve tapu sicili ile ilgili uyuşmazlıkların AİHM yargılaması bakımından çeşitli yönleri bulunmaktadır. Bunlardan en önemlilerinden bir tanesi, kadastro yolu ile taşınmaz edinme konusudur. Bu konu, kadastro yoluyla taşınmaz edinmenin, Ek 1 No’lu Protokolün 1. maddesi anlamında mülkiyet hakkının kapsamına girip girmeyeceği açısından önem taşımaktadır. İkinci husus, AİHM’nin, kadastro davalarında yerel mahkemelerin ve Yargıtay’ın özellikle mülkiyete ve kazandırıcı zamanaşımına ilişkin kararlarına, bu kararlar açıkça dayanaktan yoksun ve keyfi olmadığı sürece, saygı gösterilmesidir. Ayrıca kadastro ve mülkiyete ilişkin davaların uzun sürmesi, hem mülkiyet hakkıyla, hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkıyla yakından ilgilidir. Bir diğer önemli konu ise tapu siciline güven ilkesidir. Tapu siciline güvenilerek edinilen taşınmazların, sonradan orman ya da mera gibi kamu malı olması durumunda, taşınmazın tapusunun bedel ödenmeksizin iptal edilmesi AİHM tarafından mülkiyet hakkının ihlali olarak görülmektedir.
İşte bu çalışmada AİHM’nin kadastro ve tapu sicili konusunda mülkiyet hakkına yapılan müdahalelere bakış açısı incelenecektir.
Tapu Siciline Güven İlkesi
Hukukumuzda diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları, satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlama düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988. ve 989. maddelerinin ve tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023. maddesinin özel hükümleri getirilmiştir.
Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 1023. maddesine göre tapu kütüğündeki tescile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunmaktadır.
a) Tapu Siciline Güven İlkesinde İyi Niyet
Tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden, iktisapta bulunan kişinin iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten, bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse, diğer yanda ise kendisi için maddi hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır. Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta şeklen iyi niyetli gözükeni değil gerçekten iyi niyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu görüşten hareketle, “kötü niyet iddiasının def’i değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğinden (resen) nazara alınacağı” ilkeleri 8.11.1991 tarih 1990/4 esas 1991/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşler de aynı doğrultuda gelişmiştir.
Kötü niyet iddiasının 14.02.1951 gün ve 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca da, davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerektiği benimsenmiştir.
b) Kamu Mallarında Tapu Siciline Güven İlkesi
Yargıtay’ın kamu malı niteliğindeki taşınmazlarda tapu siciline güven ilkesinin geçerli olmayacağı yönünde istikrarlı kararları mevcuttur. Yargıtay’a göre tescile tabi olmayan (özel mülkiyete konu edilemeyecek) bir taşınmaz hakkında her nasılsa sicil oluşturulması bu yerin hukuksal durumunu ve kamu malı niteliğini değiştiremez. Bu gibi yerler için alınan tapu kayıtları hukuken değer taşımazlar. Bu kayıtlar yok hükmündedir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 27.2.1980, E: 1980/1-967, K: 1980/1365).
Dolayısıyla bu gibi yerler için tapu siciline güven ilkesi geçerli olmamaktadır. Tapu sicilinde yapılan devir veya satıştan sonra bu alanların kamu malı olduğu anlaşılırsa, edinen kişi iyi niyetli olsa bile taşınmazın tapusu iptal edilmektedir. Böyle bir durumda, tapusu iptal edilen kişiler, taşınmazın kamu malı olduğunu bilmediklerini ileri sürememektedirler (Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, 13.5.2003, E: 2003/1718, K: 2003/5965).
Ancak bu kişilerin, Medeni Kanun’un 1007. maddesine dayanarak dava açma hakları bulunmaktadır. 1007. madde hükmüne göre “Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur. Devlet, zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu eder. Devletin sorumluluğuna ilişkin davalar, tapu sicilinin bulunduğu yer mahkemesinde görülür.” Taşınmazlarına ait tapular, kamu malı olduğu gerekçesi ile iptal edilen kimseler 1007. maddeye dayanarak dava açabilmektedirler. Çünkü aslında kamu malı olan taşınmazlar Devlet tarafından tapu siciline tescil edilmektedir. Bu nedenle, Devlet, hatalı olarak yapılan tescilden sorumlu olmalıdır.
c) AİHM ve Tapu Siciline Güven İlkesi
AİHM’nin bu konudaki görüşü ise Yargıtay’ın görüşü oldukça farklıdır. AİHM, taşınmaz maliki iyi niyetli olduğu sürece, taşınmazın bedel ödenmeksizin tapusunun iptal edilmesinin mülkiyet hakkına aykırı bulmaktadır. Özellikle, orman ve 2/B olan alanların tapularının iptal edilmesi, AİHM tarafından mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirilmektedir.
Bu konuda iki güzel örnek Turgut ve Diğerleri/Türkiye ve Devecioğlu/Türkiye davasıdır. Her iki davada da kişilerin mülkiyetinde bulunan taşınmazların tapuları, orman oldukları gerekçesi ile iptal edilmiş ve taşınmazlar Hazine adına tescil edilmiştir.
AİHM, taşınmazların tapularının orman olmaları nedeni ile iptal edilmelerinin kamu yararına uygun olduğunu vurgulamakla beraber iptal edilen tapulara karşı herhangi bir tazminat ödenmemesini mülkiyet hakkına aykırı bulmuştur. Mahkeme, tapusu iptal edilen kişilerin iyi niyetli olduklarını, Devlet tarafından verilen tapulara dayanarak mülkiyet hakkı sahibi olduklarını vurgulamıştır. Mahkemeye göre, Devlet tarafından verilen bu tapuların, sonradan geçersiz olduğunun ileri sürülmesi mümkün değildir. İç hukuk ve uygulamaya göre, mülkiyete ve taşınmazın niteliğine ilişkin bu tip bir kısıtlamanın (taşınmazın orman ya da 2/b alanı olduğunun) tapu sicili kayıtlarına girmesi gerektiğini vurgulayan Mahkeme, tapu sicilinde yer almayan hususların kişilerin iyi niyetini etkilemeyeceğine karar vermiştir. Başka bir anlatımla Mahkeme, kamu malları konusunda tapu siciline güven ilkesinin geçerli olmayacağına ilişkin Türk içtihadının tam aksine karar vermiştir.
Yukarıda bu şekilde tapusu iptal edilen kişilerin, tapu sicilinin tutulmasından dolayı Devletin sorumluluğuna dayanarak dava açabileceği ifade edilmişti. Ancak AİHM, Turgut ve Diğerleri/Türkiye davasında Türk Hükümeti tarafından yapılan iç hukuk yollarının tüketilmediği yolundaki ilk itirazı, bu konuda etkin bir iç hukuk yolu olmadığı gerekçesi ile reddetmiştir. Mahkeme, Hükümetin itirazını reddederken şu hususlara dikkat çekmiştir:
– Hükümet tarafından sunulan itirazlar tapuya tescil kaydının kanunsuz olarak iptaline ilişkindir, oysa ki mevcut başvuruda, kadastro mahkemesi ormanlık arazilerin özel mülkiyet teşkil edemeyeceği yönünde yürürlükte bulunan orman yasası hükümlerine uygun olarak başvuranların tapularını iptal etmiştir. AİHM, Hükümet tarafından sunulan kararlarda, ulusal mahkemelerin, bir kamu görevlisinin kusurundan kaynaklanmasa bile iyi niyetli tapu sahiplerinde zarara neden olan tapu kayıtlarının, “bir hatanın” ardından yapıldığı değerlendirmesinde bulunduklarını not etmektedir; oysa ki bu başvuruda hiçbir şey, başvuranların tapularının bir hata ya da kusur nedeniyle iptal edildiğini göstermemektedir.
– İç hukuk yollarının tüketilmesine ilişkin yükümlülük; gerçek anlamıyla normal yolla, yeterli ve kabul edilebilir başvuru şekilleri ile sınırlıdır. AİHS işlenen ihlale ilişkin, uygun ve müsait başvuru yollarının tüketilmesini öngörmektedir. Bu başvuru yolları sadece teoride değil uygulamada da yeterli düzeyde emniyeti hasıl olmalıdır, aksi takdirde arzu edilen etkililik ve ulaşılabilirlikten uzak kalırlar.
AİHM, orman alanı içerisinde yer alan veya orman alanı içindeyken orman özelliğini yitirmiş bir taşınmazın 6831 sayılı Kanun’un 2/B maddesi uyarınca edinimini yasaklayan iç hukuk hükümleri göz önüne alındığında, Hükümet’in söz konusu yöntemin hangi ölçüde etkili, yeterli ve ulaşılabilir olduğunu hiçbir şekilde belirtmediği kanaatindedir.
à Türk Yüksek Mahkemelerindeki yargılamaların sonucuna ilişkin olarak yorumda bulunmayan AİHM, bu davada, söz konusu taşınmazın niteliği hakkındaki kararı yıllardır bekleyen başvuranlara, tazminat elde edebilmek için yeniden dava açmalarını istemenin uygun olmadığı kanaatindedir.
Kadastro Yoluyla Taşınmaz Edinme
AİHM içtihatlarında çeşitli kereler belirtildiği üzere AİHS, mevcut mülkü korumaktadır. Miras, bağış, vasiyet ya da başka herhangi bir yolla taşınmaz edinimi Ek 1 Nolu Protokol’ün 1. maddesi kapsamında korunmamaktadır.
Mahkemeye göre, Sözleşme mekanizmalarının işleyebilmesi için mevcut mülke ya da mülk edinme konusunda meşru bir beklentiye ihtiyaç vardır. Mülk edinme konusundaki uzak bir beklenti mülkiyet hakkının korunmasından yararlanamaz. Bununla birlikte, belli şartla altında, mülk edinme konusundaki meşru bir beklenti Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin korumasından yararlanabilir.
Burada “mevcut mülk” ifadesinden kastedilen her hangi bir malın (taşınır ya da taşınmaz olması fark etmez) belli bir dönem boyunca malikin mülkiyetinde bulunmasıdır. Bu şekilde belli bir dönem boyunca malikin mülkiyetinde bulunan mala yapılan müdahaleler, mevcut mülke yapılan müdahale olarak kabul edilmektedir. Mahkeme kararlarına göre bir unsurun, mülkiyet hakkının getirdiği bu korumadan yararlanabilmesi için fiilen mevcut ve ileri sürülebilir olması gerekir. 1. maddenin metninde geçen “maliki olduğu şeyler (his possessions/ses biens)”, “mülkiyeti kullanma (use of property/usage des biens)” kelimelerinin bu izlenimi doğurduğuna dikkat çeken Mahkeme’ye göre Sözleşme’nin hazırlık çalışmaları da bunu açıkça teyit etmektedir
Mevcut mülkün yanı sıra, belli şartla altında, mülk edinme konusundaki meşru bir beklenti de Ek 1 No’lu Protokolün 1. maddesi ile getirilen korumadan yararlanabilir. Aslında Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinde meşru beklentilerin de mülkiyet hakkı kapsamına girebileceğine dair herhangi bir ışık bulunmamaktadır. Ancak AİHM, 1. maddenin yalnızca mevcut mülkü koruduğuna dair yerleşik içtihadının ortaya çıkardığı sakıncaları bir nebze olsun hafifletebilmek amacıyla meşru beklenti yaklaşımını benimsemiştir. Çünkü Mahkemenin mevcut mülk yaklaşımı katı bir şekilde uygulandığında alacak hakları, tazminat hakları, sosyal güvenlikten kaynaklanan haklar, ruhsatlar, müşteri kitlesi, imar planlarına dayalı beklentiler gibi ekonomik hayatın vazgeçilmez unsurları mülkiyet hakkının kapsamı dışında kalmaktadır. Bundan dolayı Mahkeme mevcut mülk kavramını yumuşatarak bu kavramın yanı sıra ikinci bir mülkiyet kategorisi daha oluşturmuştur. Buna göre mülkiyet hakkı sadece mevcut mülkü değil, meşru beklentileri de korumaktadır.
Bu nedenle, talebin içeriğinde mülkiyetle ilgili menfaat bulunduğunda, eğer iç hukukta bu menfaat için yeterli hukuki temel (örneğin iç hukukta bu menfaatin varlığına dair yerleşmiş içtihat bulunduğunda) varsa bu menfaati edinmiş olan kimse meşru bir beklentiye sahip olarak kabul edilebilir. Öte yandan iç hukukun doğru şekilde yorumlanması ve uygulanması konusunda bir tartışmanın bulunması ve başvurucunun talebinin ulusal mahkemeler tarafından reddedilmesi halinde, meşru bir beklentinin ortaya çıktığı söylenemez.
Kadastro yolu ile taşınmaz edinimini de bu genel prensip ışığında değerlendirmek gerekir. Buna göre kadastro öncesinde herhangi bir mülkiyet yoksa (taşınmaz başvurucu adına tescilli değil ise) kadastro işlemleri sonucu mülkiyet hakkının ihlal edilmesi söz konusu olmayacaktır. Çünkü taşınmaz kadastro öncesinde malik adına kayıtlı değildir. Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesi ise kadastro yoluyla mülk edinme hakkını korumamaktadır.
AİHM’nin kadastro yolu ile taşınmaz edinilmesi konusundaki bu görüşünü Balcı/Türkiye kararı üzerinden inceleyelim. Önce davaya neden olayları açıklayalım. 1971 yılında başvurucu (Remzi Balcı), aynı köyde ikamet eden bir başka şahıstan tarla vasfında bir taşınmaz satın almıştır. Satıcı, taşınmazın tapu senedi olmaksızın otuz yılı aşkın bir süredir zilyetliğinde bulunduğunu söylemiştir. Ödeme resmi olmayan şekilde yapılmış ve taraflar yazılı bir satış sözleşmesi yapmamışlardır. 1974 yılında bölgede başlayan kadastro çalışmaları neticesinde, ihtilaf konusu bu taşınmaz 370 ve 590 parsel numarası altında iki parsel halinde tapuya tescil edilmiştir. 370 no’lu parsel, başvurucunun taşınmazı önceki zilyedinden satın aldığını ve o tarihten bu yana aralıksız olarak kullandığını belirten tanık beyanlarına istinaden başvurucu adına tescil edilmiştir. 590 no’lu parsel ise orman olarak Hazine adına tescil edilmiştir.
Başvurucuya göre, kendisi bu tescilden haberdar olmamıştır ve sadece 370 no’lu parseli değil aynı zamanda 590 no’lu parseli de ekip biçmeye devam etmiştir. Başvurucu durumdan, yetkili makamların durumun farkına varmaları ve kendisinin taşınmazdan faydalanmasını sona erdirmeleri üzerine, 1983 yılında haberdar olmuştur. Başvurucu, 26.12.1983’te Samsun Asliye Hukuk Mahkemesinde taşınmazın kendi adına tescili için dava açmıştır. Mahkeme tarafından görevlendirilen bir bilirkişi taşınmazı incelemiş ve taşınmazın orman toprağı karakterinde olmadığına karar vermiştir. Samsun Asliye Hukuk Mahkemesi, bilirkişinin kararına katılarak 08.12.1995 tarihinde başvurucunun lehine karar vermiştir. Mahkeme, başvurucunun ilgili mevzuata göre taşınmazın kendi adına tescilini istemesine hak kazandıracak kadar uzun bir süre davasız ve aralıksız zilyetliğinde bulundurduğunu ifade etmiştir.
06.02.1997’de Yargıtay, bu kararı bozmuştur. Yargıtay, taşınmazın ormandan açılmış olduğunu, uzun yıllar süren yoğun bir zirai faaliyetin, doğal orman örtüsünü ortadan kaldırdığını, buna rağmen taşınmazın hiçbir zaman başvurucunun mülkiyetinde bulunmayan yağmalanmış orman olarak kabul edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu bilgiler ışığında Yargıtay, ilk derece mahkemesine kararını yeniden gözden geçirmesini ve buna göre karar vermesini emretmiştir. 13.03.1998 tarihinde Samsun Asliye Hukuk Mahkemesi, Yargıtay’ın bozma kararına uyarak taşınmazın ormandan açıldığına karar vermiş ve açılan davayı reddetmiştir. 08.07.1998 tarihinde Yargıtay, başvurucunun temyiz talebini reddetmiştir. 29.05.2000 tarihinde Hazine ihtilaf konusu taşınmazı, tarla vasfı ile üçüncü bir kişiye satmıştır.
Bunun üzerine başvurucu AİHM nezdinde dava açmıştır. Başvurucu, yerel mahkemenin kendisini herhangi bir tazminat ödenmeksizin mülkiyetinden mahrum bırakmasından şikayetçi olmuştur. Başvurucuya göre Mahkeme Hazinenin ihtilaflı taşınmazın kamu malı olduğu yönündeki talebini üstün tutmuştur. Başvurucu geniş açıdan bakıldığında kanıtların (örneğin bilirkişi raporları, tanık beyanları) kendi lehine olduğunu, Mahkemenin 590 no’lu parseli yanlış bir şekilde kamu malları kapsamında olan bozulmuş orman olarak nitelendirdiğini ileri sürmüştür. Başvurucu son olarak taşınmazın tarla niteliği ile üç kez el değiştirmesinin kamulaştırmanın hukuka aykırı olduğunu gösterdiğini ileri sürmüştür.
AİHM, bu davada, Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin yalnızca kişilerin mevcut mülkleri için uygulanabileceğini, bu nedenle mülkiyetin tekrar ihdas edilmesi konusundaki zayıf bir beklentinin mülk olarak kabul edilemeyeceğini vurguladıktan sonra önündeki davada öncelikle, bu prensibin ışığında başvurucuların mülke ya da ihtilaf konusu mülkten barışçıl şekilde yararlanma konusunda meşru bir beklentiye sahip olup olmadığını değerlendirmesi gerektiğini vurgulamıştır.
AİHM, 590 parsel no’lu taşınmazın hiçbir zaman başvurucu adına tescil edilmediğini, dolayısıyla başvurucunun Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesi anlamında mülk olarak nitelendirilebilecek herhangi bir varlığa sahip olmadığını vurgulamıştır.
Bundan dolayı yetkili makamların taşınmazın orman olarak sınıflandırılmasına ilişkin kararlarının ve yerel mahkemelerin bu sınıflandırmayı onaylamasına ilişkin kararlarının, dava konusu taşınmaz hakkında başvurucunun mülkiyet hakkına bir müdahale olduğu söylenemez. Başvurucu, herhangi bir hak iddia edemez. Hazinenin yasal malik olarak bu taşınmazı üçüncü bir kişiye satması, bu konuda bir fark yaratmaz.
Yerel mahkemelerin iç hukukun ve kanıtların yorumlanmasında ve uygulanmasında hata yaptığını iddia eden başvurucu görüşlerini değerlendiren Mahkeme, maddi hatalarla ve ulusal mahkemeler tarafından verilen kararlarla ilgili iddialarla ilgili olarak sınırlı bir güce sahip olduğunu ve kendi görüşünü ulusal mahkemelerin ihtilaf konusu taşınmazın fiziki karakteri ve sahipliği konusundaki kararının yerine koyamayacağını ifade etmiştir. Bu gerekçelerle Mahkeme, Sözleşme’nin 35/3 ve 4. maddeleri anlamında açıkça dayanaktan yoksun olan başvurunun kabul edilemez olduğuna karar vermiştir.
Mevcut Mülkün Kadastro İşlemi Sonucu Kaybı
Yukarıda AİHS’nin yalnızca mevcut mülkü koruduğu ifade edilmişti. Bu kapsamda kadastro öncesinde tapulu olarak tasarruf edilen taşınmazların mülkiyetinin kadastro işlemi sonucu kaybedilmesi Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesi kapsamına girmektedir.
Bir başka ifadeyle kadastro öncesinde malik adına kayıtlı taşınmazların kadastro çalışmaları esnasında malikten başkası adına tespit ve tescil edilmesi mülkiyet hakkına müdahale teşkil edecektir. Özellikle orman, mera gibi kamu malları açısından bu durum söz konusu olmaktadır. Böyle bir durumda kadastro öncesinde kişiler adına tescil edilen taşınmazlar, kadastro tespiti esnasında ya da tespitten sonra kamu idarelerince açılan davalar neticesinde kişilerin mülkiyetinden çıkmaktadır.
AİHM, verdiği bazı kararlarda bu gibi durumların mülkiyet hakkının ihlali anlamına geldiğini vurgulamıştır. Mahkeme, bu alanların orman ya da mera olarak tapuya tescil edilmelerini ya da özel sicillerine kaydedilmelerini kamu yararına bulmakla beraber, kadastro öncesinde kişilerin mülkiyetinde bulunan bu taşınmazların tapularının bedel ödenmeksizin iptal edilmesinin mülkiyet hakkına aykırılık teşkil ettiğini vurgulamaktadır.
Devecioğlu/Türkiye davası, bu konuya güzel bir örnek teşkil etmektedir. Bu davada başvurucuların tapulu mülkiyetinde bulunan taşınmazlar orman kadastro komisyonu tarafından orman olarak tespit edilmiştir. Bu tespitten sonra Orman Genel Müdürlüğü tarafından açılan davalar neticesinde taşınmazların tapuları iptal edilerek orman vasfı ile Hazine adına tescil edilmiştir.
Açılan dava neticesinde AİHM, AİHS’de çevrenin genel olarak korunmasının teminatını veren madde bulunmamasına karşın, ne olursa olsun, günümüz toplumunda böyle bir korumanın giderek artan derecede önemli bir husus olduğunu kaydetmiş ve başvuranların, ormanların korunması adına “kamu yararına” mülklerinden mahrum edildiklerinin şüphe götürmez olduğu kanısına varmıştır.
Mahkemeye göre, bu mahrum bırakma meşru bir amaç gütmektedir. Ancak kadastro öncesinde başvurucuların mülkiyet hakkının bulunduğuna değinen AİHM, “değeriyle orantılı olarak makul bir meblağ ödemeden mülkün alınmasının normal olarak orantısız müdahale teşkil edeceği ve hiç tazminat ödenmemesinin yalnız istisnai koşullarda AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesi kapsamında haklı olabileceği” yolundaki içtihadına atıfta bulunmuştur. Mevcut davada başvuranların, uğradıkları zarar için mülklerinin Hazine’ye geçmesi nedeniyle herhangi bir tazminat alamadıklarını vurgulayan AİHM, mülkün korunmasıyla kamu çıkarının gerektirdikleri arasında kurulması gereken adil dengenin bozulduğuna ve AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.
AİHM, Papastavrou ve Diğerleri/Yunanistan kararında da orman olduğu gerekçesi ile tapuları iptal edilen maliklerin mülkiyet haklarının ihlal edildiğine karar vermiştir.
Mülkiyete İlişkin İç Hukuk Mahkemelerinin Yorumları
Kadastro davalarının bir diğer yönü, kadastro mahkemelerinin ve Yargıtay’ın mülkiyet hakkı konusundaki yorumlarıdır. Özellikle kazandırıcı zamanaşımı konusundaki kararlar ve içtihatlar zaman zaman AİHM’de dava konusu edilmektedir.
Bu konuyu değerlendirmeden önce, daha önce yaptığımız bir saptamayı tekrarlayalım: AİHM’nin iç hukuk mahkemelerinin mülkiyete ilişkin kararlarını değerlendirmeye geçebilmesi için, ortada, kadastro öncesinde mevcut bir mülk söz konusu olmalıdır. Bu kapsamda kadastro öncesinde tapulu olarak tasarruf edilen taşınmazların mülkiyetinin kadastro işlemi sonucu kaybedilmesi de Ek 1 No’lu Protokolün 1. maddesi kapsamına girmektedir.
Böyle bir mevcudiyetin söz konusu olduğu durumlarda, AİHM’nin iç hukuk mahkemelerinin mülkiyete ilişkin kararlarını değerlendirme konusundaki görüşü oldukça istikrarlıdır: AİHM, açıkça dayanaktan yoksun olmadığı sürece iç hukuk yargıcının yaptığı yoruma saygılıdır. Keyfi bir uygulama söz konusu olmadığı sürece iç hukukta yapılan yorumun uygunluğuna karar vermek AİHM’nin görev alanına girmemektedir (Aksoy ve Diğerleri/Türkiye davası kararı). Mahkeme, maddi hatalarla ve ulusal mahkemeler tarafından verilen kararlarla ilgili iddialarla ilgili olarak sınırlı bir güce sahip olduğunu ve kendi görüşünü ulusal mahkemelerin ihtilaf konusu taşınmazın fiziki karakteri ve sahipliği konusundaki kararının yerine koyamayacağını ifade etmiştir.
Bu husus, Aksoy ve Diğerleri/Türkiye davasında açıkça vurgulanmıştır. Bu davada başvurucular, uzun süredir zilyetliklerinde bulunan taşınmazların kendi adlarına tescili için asliye hukuk mahkemesinde dava açmışlardır. Asliye hukuk mahkemesi sözü edilen taşınmazlar üzerinde yapılan çeşitli bilirkişi incelemeleri ve yerinde tespitlerin ardından 12.04.2000 tarihli kararlarla bu talepleri reddetmiştir. Asliye Hukuk Mahkemesi kararını Yargıtay Genel Kurulu’nun “hak kazandırıcı süre yoluyla bir taşınmazın iktisabının kadastro işleminin kesinleştiği tarihten itibaren yirmi yıllık bir sürenin geçmesi halinde mümkün olabileceği” yönündeki prensip kararına dayandırmıştır. Bu başvuruda sözü edilen taşınmazlara ilişkin kadastro tespiti 19.04.1986 tarihinde tamamlanmış ve 18.03.1987 tarihinde kesinleşmiştir. Dolayısıyla olağanüstü zamanaşımı koşulları gerçekleşmemiştir. Başvuranlar tarafından önce 14 Nisan 2003’te daha sonra Ekim 2003’te yapılan temyiz başvuruları Yargıtay tarafından reddedilmiştir. Bunun üzerine başvurucular, AİHM’nde dava açmışlar ve Yargıtay’ın ve ilk derece mahkemelerinin kazandırıcı zamanaşımına ve mülkiyete ilişkin kararlarının tartışılır nitelikte olduğunu ileri sürmüşlerdir.
AİHM, bu iddiaları kabul edilemez bulmuştur. Mahkemeye göre keyfi bir uygulamanın bulunmadığı bir durumda iç hukukta yapılan yorumun uygunluğuna karar vermek AİHM’nin üstüne vazife değildir.
Kadastro Davalarının Uzun Sürmesi
Ülkemizde kadastro davalarında karşılaşılan en önemli sorunlardan bir tanesi, yargılama süresinin uzunluğudur. Bazı davaların 50-60 yıl gibi uzun süreler devam ettiği bilinen bir gerçektir. Kadastro davalarındaki bu gecikme, malikin taşınmazına kavuşmasını ve onun üzerinde kullanma, yararlanma gibi tasarruflarda bulunmasını engellemektedir. Bu açıdan bakıldığında yargılama sürecindeki bu uzunluk mülkiyet hakkını ihlal eder bir nitelik taşımaktadır.
Ancak, yukarıda da açıklandığı üzere, AİHS mülkiyet edinme hakkını değil, mevcut mülkü korumaktadır. Bu nedenle AİHM yargılama sürecinin uzunluğunu mülkiyet hakkının korunmasını düzenleyen Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesi açısından değil, Sözleşme’nin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6/1 maddesi kapsamında değerlendirmektedir.
Söz konusu madde hükmüne göre “Her şahıs gerek medeni hak ve vecibeleriyle ilgili nizalar gerek cezai sahada kendisine karşı serdedilen bir isnadın esası hakkında karar verecek olan, kanuni, müstakil ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde hakkaniyete uygun ve aleni surette dinlenmesini istemek hakkını haizdir.” Maddede kadastro ya da daha genel olarak mülkiyet davaları açısından dikkat çekici nokta, davaların makul bir süre içerisinde sonuca bağlanması zorunluluğudur.
Maddede kadastro ya da daha genel olarak mülkiyet davaları açısından dikkat çekici nokta davaların makul bir süre içerisinde sonuca bağlanması zorunluluğudur.
Makul süre şartı değerlendirilirken iç hukukta ilk açılan dava ile (varsa) Yargıtay’ın nihai kararı, (yoksa) AİHM’ne başvuru tarihi arasında geçen süre dikkate alınmaktadır. Nalbant/Türkiye kararında Mahkeme, yargılamanın 6/1 maddesinde belirtilen “makul süre” zorunluluğunu karşılayıp karşılamadığının tespitinde dikkate alınacak sürenin; kadastro mahkemesinde dava açma tarihi olan 08.08.1972 tarihinde başlayıp Yargıtay’ın kararın düzeltilmesi talebini reddettiği 29.04.2004 tarihine kadar olduğunu vurgulamıştır.
Fakat burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta mevcuttur: AİHM’nin yargı yetkisi (ratione temporis) Türkiye’nin bireysel başvuru hakkını tanıdığını Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bildirdiği tarih olan 28.01.1987’den sonra geçen sürelerin dikkate almasına izin vermektedir. Dolayısıyla kadastro davalarında adil yargılanmaya ilişkin süreler hesaplanırken 18.01.1987 tarihinden itibaren geçen süreler dikkate alınmalıdır.
Kadastro davalarının süre yönü, yukarıda kısaca özetlenen Aksoy ve Diğerleri/Türkiye davasında açıkça görülmektedir. Bu davada yargılama süreci sekiz yıl sürmüştür. Başvurucular, iç hukuk yollarının bu şekilde tüketilmesi üzerine AİHM nezdinde dava açmışlardır. Başvuranlar, diğer hususların yanı sıra, yargılamanın uzunluğundan şikayetçi olmuşlardır.
Yargılama süresinin uygunluğunun davanın şartları ışığında ve davanın karmaşıklığı, başvuran ve ilgili mercilerin tutumu ve ihtilafta yer alan başvuran için neyin tehlikede olduğu gibi, içtihadında yerleşmiş ölçütlere bakılarak değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatan AİHM, sekiz yıllık bir sürenin adil yargılama hakkı açısından uzun bir süre olduğuna ve başvurucuların adil yargılanma haklarının ihlal edildiğine karar vermiştir.
AİHM’nin Devecioğlu/Türkiye, Dökdemir ve Diğerleri/Türkiye, Ezel Tosun/Türkiye, Meşrure Sümer/Türkiye gibi kararlarında da kadastro konusunda uzun süren yargılamaların adil yargılanma hakkının ihlali oluşturduğunu vurgulamıştır.
Kadastro Kanunu 41. Madde Kapsamında Yapılan Yüzölçümü Düzeltmeleri
Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi ölçü, sınırlandırma ve tersimat hatalarından kaynaklanan yüzölçümü düzeltmelerine imkan tanımaktadır. Madde hükmü şu şekildedir: (1) “Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle geometrik durumları kesinleşmiş olan taşınmazlarda ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan hatalar, ilgilinin müracaatı veya kadastro müdürlüğünce resen düzeltilir. Düzeltme, taşınmaz malikleri ile diğer hak sahiplerine tebliğ olunur. Tebliğ tarihinden başlayan otuz gün içinde düzeltmenin kaldırılması yolunda sulh hukuk mahkemesinde dava açılmadığı takdirde, yapılan düzeltme kesinleşir. (2) Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle kesinleşmiş olan taşınmazlarda, değişiklik işlemleri sırasında ortaya çıkan yüzölçümü farklılıklarından, kadastronun dayandığı teknik kurallarda belirtilen hata sınırları içinde kalanların resen düzeltilmesine kadastro müdürlükleri yetkilidir. (3) Bu maddenin uygulanmasında, 12. maddede belirtilen hak düşürücü süre aranmaz.”
Bu madde gereğince kadastro müdürlüklerince resen yüzölçümü düzeltilmesi yapılarak taşınmaz malikine bildirilmektedir. Taşınmaz maliki, tebligat tarihinden itibaren 30 gün içinde asliye hukuk mahkemesinde dava açmadığı taktirde yapılan işlem kesinleşmektedir.
AİHM; Şen/Türkiye davasında 41. madde kapsamında yapılan düzeltmelerin mülkiyet hakkının ihlali olarak yorumlanamayacağına karar vermiştir. Bu davada başvurucu 1985 yılında bir taşınmaz satın almıştır. Belli olmayan bir tarihte, otoriteler taşınmazın yüzölçümünde 1951 yılında yapılan bir tersimat hatası bulunduğunu, bu nedenle yüzölçümünün düzeltilmesi gerektiğini bildirmişlerdir. Başvurucu, Ankara Asliye Hukuk Mahkemesinde Hazine aleyhine dava açmıştır. Mahkeme, bir bilirkişi raporuna dayanarak, başvurucunun satın aldığı taşınmazın gerçek yüzölçümünde bir azalma olmadığı, bu nedenle başvurucunun herhangi bir kaybı olmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar vermiş, bu karar Yargıtay tarafından onanarak kesinleşmiştir. İç hukuk yollarından sonuç alamayan başvurucu, AİHM’nde mülkiyet hakkının ihlal edildiği gerekçesi ile dava açmıştır.
Yapılan yüzölçümü düzeltmesinin sadece taşınmazın tapudaki yüzölçümünü etkilediğini belirten AİHM, taşınmaza fiziki olarak bir müdahalede bulunulmadığını gözlemlemiştir. Bu nedenle Mahkeme, başvurucunun yüzölçümü düzeltmesi nedeni ile gerçek bir kaybı olmadığına ve mülkiyet hakkına yapılan bir müdahale bulunmadığına karar vermiştir.
Arazi Toplulaştırması
AİHM, Poiss/Avusturya ve Erkner ve Hofauer/Avusturya davalarında verdiği kararlarda, toplulaştırmanın kendisinin değil, fakat toplulaştırma nedeni ile maliklerin arazilerini uzun süre kullanamamalarını mülkiyet hakkının ihlali olarak nitelendirmiştir.
Bu davalarda başvurucular Pöndorf/Yukarı Avusturya’da 14 hektarlık bir arazinin sahipleridir. İlçe Tarım Müdürlüğü 1969 yılında başvurucuların taşınmazlarının da aralarında bulunduğu 226 hektar arazi hakkında toplulaştırma kararı almıştır. Toplulaştırma nedeni ile başvurucuların 14 hektarlık verimli arazisine karşılık, değeri bu araziden oldukça düşük olan 22 hektar verimsiz arazi düşmüştür. Bu arada toplulaştırma planı yapılıncaya kadar geçici nakil işlemi yapılmıştır. Ancak başvurucular hiçbir zaman geçici nakil gereği kullanabilecekleri yeni arazilerini kullanmamışlardır. Başvurucuların bu konuda yaptıkları müracaatlar sonuçsuz kalmıştır. İdare mahkemesinde açılan davaların başvurucular lehine sonuçlanmasına rağmen mevzuat gereği geçici nakil işlemi değiştirilememiştir. Necice itibarı ile başvurucular idare mahkemelerinde süren davalar ve yenilenen toplulaştırma planları nedeni ile 16,5 yıl taşınmazlarını kullanamamışlardır. İç hukuk yollarından başvuru alınamaması üzerine başvurucular AİHM nezdinde dava açmışlardır. Mahkeme, üç hususu dikkate alarak başvurucuların mülkiyet hakkının ihlal edilmiş olduğuna karar vermiştir. Öncelikle, başvurucuların idare mahkemesinde açtığı davaların başvurucular lehine sonuçlanmış olmasına rağmen toplulaştırma gereğince yapılmış bulunan geçici nakil işlemi geri alınamamıştır. Toplulaştırma ile ilgili mevzuatta bu konuda esneklik bulunmamaktadır. İkinci olarak başvurucuların toplulaştırma kapsamında ellerinden alınan değerli taşınmazları ile toplulaştırma sonucunda kendilerine verilen daha az değerli taşınmaz arasındaki değer farkının başvuruculara ödenmesi konusunda mevzuatta hüküm bulunmamaktadır. Son olarak toplulaştırma mevzuatı, toplulaştırma sonucu kesin tahsis yapılıncaya kadar taşınmaz maliklerinin taşınmazlarını kullanamamaları nedeni ile uğradıkları zararın tazmin konusunda hüküm ihtiva etmemektedir.
Buna karşılık Mahkeme, Wiesinger/Avusturya kararında, arazi toplulaştırması nedeni ile bazı taşınmaz maliklerinin dezavantajlı duruma düşmesini mülkiyet hakkının ihlali olarak görmemiştir.
Bu davaya neden olan olayda başvurucu, mülkiyetinde bulunan bir araziyi, İl Tarım Müdürlüğü tarafından 1975 yılında yapılan toplulaştırma planı kapsamında kalması nedeni ile çiftlik evlerine daha yakın bir araziyle geçici olarak değiştirmek zorunda kalmıştır. 1979 yılında Belediye Meclisi planda değişiklik yapmış ve başvurucuların eski arazileri inşaat yapılabilir duruma gelerek değeri artmıştır. Arazi üzerindeki kesin plan çıkmadığından başvurucular Tarım Müdürlüğünden eski arazilerinin kendilerine iadesini veya tazminat verilmesini veya kendilerine daha fazla arazi tahsis edilmesini istemişlerdir. Başvurucuların bu talepleri, henüz kesin plan çıkmadan inceleme yapılamayacağı gerekçesiyle Tarım Müdürlüğü tarafından Ocak 1983’te reddedilmiştir. Başvurucuların yaptıkları bir dizi başvuru, henüz kesin plan çıkmadığı için idare mahkemesi tarafından Kasım 1985’te reddedilmiştir. Başvurucuların kesin planın çıkması için açtıkları dava da sonuçsuz kalmıştır. Tarım Müdürlüğü nihayet Temmuz 1986’da kesin planı yapmış ve başvurucular eski arazilerinin sadece bir kısmını geri alabilmiş fakat tamamı için tazminat ödenmemiştir. Başvurucular plana itirazda bulunmuşlar Ocak 1990’da eski arazilerinin bir kısmını daha geri almışlardır. Başvurucu, taşınmazları karşılığında yeterli tazminat alamadıkları gerekçesi ile mülkiyet haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
Ancak AİHM, arazi toplulaştırmasının kamu yararı amacı ile yapıldığını, toplulaştırmanın kapsamına giren altmış yedi adet arazi sahibi bulunmasına rağmen sadece başvurucunun plana itiraz ettiğini, kamu makamlarının aldıkları tedbirlerin planla orantısız olmadığını ifade etmiştir.
Mahkemeye göre gerekli olan tedbirlerin tespitinde yöredeki durumla daha fazla ilişki içinde bulunan tarımla ilgili kamu makamları takdir yetkisine sahiptirler. Bütün koşullar göz önünde tutulduğunda alınan tedbirler kamu yararının gerekleriyle orantısız olmadığı kanaatine varan Mahkeme, mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna varmıştır.
Kaynakça
Doğru, Osman (2012) “AİHM’nin Marckx/Belçika kararı” Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi İnsan Hakları Hukuku Projesi, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi İçtihatları, Erişim Adresi: http://ihami.anadolu.edu.tr/aihmgoster.asp?id=33, Erişim Tarihi:21.10.2012
Grgiç ve Diğerleri (2007) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Kapsamında Mülkiyet Hakkı, Çeviren: Özgür Heval Çınar ve Abdulcelil Kaya, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Ek Protokollerinin Uygulanmasına İlişkin Kılavuz Kitap, Avrupa Konseyi, İnsan Hakları El Kitapları, No: 10, 2007
Şimşek, Suat (2010) Türk Hukukunda ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Mülkiyet Hakkı, Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2010
Gemalmaz, H. Burak (2009) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Mülkiyet Hakkı, Beta Yayınları, İstanbul, 2009