1. Anasayfa
  2. Gayrimenkul Makaleleri

Anayasa Mahkemesi Kararından Sonra Kentsel Dönüşümde Neler Değişti


Anayasa Mahkemesi 26.7.2014 tarihli ve 29072 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 27.2.2014 tarihli ve E:2012/87, K:2014/41 sayılı kararıyla 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un bazı hükümlerini iptal etmiştir. Bu iptal kararı, afet riskli alanların dönüştürülmesi uygulamalarında çok önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Uygulamanın zaten yeterince hızlı olmadığı dikkate alındığında, bu iptal kararının afet riskli alanların dönüştürülmesi uygulamasına ciddi etkilerinin olacağı düşünülmelidir.

Anayasa Mahkemesi bu kararıyla, afet riskli alanlarda yapılacak dönüşüm uygulamalarını, mülkiyet hakkı yönünden oldukça ciddi bir incelemeye tabi tutmuştur.

Bu çalışmada 6306 sayılı Kanun’un bazı hükümlerin hangi gerekçelerle iptal edildiği açıklanmaya çalışılacaktır. Çalışma, diğer maddelerin ve bu maddelere ilişkin gerekçelerin açıklanmasıyla seri halinde devam edecektir.

1) Tespit, Yıkım ve Tahliye Masraflarının Tapu Siciline İpotek Olarak Belirtilmesi Uygulaması Sona Erdi

Anayasa Mahkemesi 6306 sayılı Kanun’un 3. maddesinin 1. fıkrasının “Bakanlık veya İdare tarafından yapılan tespit işleminin masrafı ilgili tapu müdürlüğüne bildirilir. Tapu müdürlüğü, binanın paydaşlarının müteselsil sorumlu olmalarını sağlamak üzere tapu kaydındaki arsa payları üzerine, masraf tutarında müşterek ipotek belirtmesinde bulunarak Bakanlığa veya İdareye ve binanın ayni ve şahsi hak sahiplerine bilgi verir.” hükmünü ihtiva eden 7. ve 8. cümleleri ile Kanun’un 5. maddesinin “Bakanlık veya İdare tarafından yapılan yıktırmanın masrafları, ilgili tapu müdürlüğüne bildirilir. Tapu müdürlüğü, yıkılan binanın paydaşlarının müteselsil sorumlu olmalarını sağlamak üzere tapu kaydındaki arsa payları üzerine masraf tutarında müşterek ipotek belirtmesinde bulunarak Bakanlığa veya İdareye ve binanın ayni ve şahsi hak sahiplerine bilgi verir.” hükmünü içeren 5. fıkrasını iptal etmiştir.

Anayasa Mahkemesinin bu kararından sonra kamu idareleri tarafından tespit ya da yıkım amacıyla yapılan masrafların, paydaşlarının müteselsil sorumlu olmalarını sağlamak üzere tapu kaydındaki arsa payları üzerine masraf tutarında müşterek ipotek olarak tapuya bildirilmesi ve tapu kütüğüne konulması uygulaması sona ermiştir.

Aslında Anayasa Mahkemesi tespit, tahliye ve yıkım masraflarının tapu müdürlüğüne bildirilmesini Anayasa’ya aykırı bulmamıştır. Anayasa Mahkemesine göre malikleri veya kanuni temsilcileri tarafından yaptırılmaması nedeniyle Bakanlık veya idare tarafından yapılan tespit, tahliye ve yıkım işlemlerinin masrafının ilgili tapu müdürlüğüne bildiriminden ibaret bir düzenlemeyi içeren kuralın yedinci cümlesinin Anayasa’ya aykırı olmadığı açıktır.

Hatta Anayasa Mahkemesi, tespit ve yıkım işlemlerinin idarece yapılması durumunda, kamu alacağının güvence altına alınması için ilgili taşınmazın tapu kaydındaki arsa payları üzerinde ipotek tesis edilmesi suretiyle mülkiyet hakkının sınırlandırılmasında kamu yararı bulunduğunu da kabul etmiştir. İpotek tesisi Anayasa Mahkemesi tarafından mülkiyet hakkının sınırlandırılması olarak görülmüştür. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 850. maddesinde taşınmaz rehni türleri arasında “ipotek”, in de sayıldığını hatırlatan Mahkeme ipoteği de içerecek şekilde rehin hakları, borcun ifa edilmemesi hâlinde, alacaklıya rehin konusu şeyi icra vasıtasıyla cebren sattırıp satış değeri üzerinden alacağını öncelikle tahsil etme hakkı verdiğini, sınırlı ayni hak niteliğindeki böyle bir hakkın taşınmaz üzerinde tesis edilmesinin taşınmaz malikinin mülkiyet hakkını sınırlandıracağı ifade etmiştir. Dolayısıyla, dava konusu kuralın sekizinci cümlesi uyarınca, Bakanlık veya idare tarafından yapılan riskli yapı tespit işleminin masrafı tutarında ilgili taşınmazın tapu kaydındaki arsa payları üzerine müşterek ipotek belirtmesinde bulunulması mülkiyet hakkına yönelik bir sınırlama teşkil etmektedir. Fakat, öncelikle malikler tarafından yaptırılması gereken tespit işlemlerinin süresinde yapılmaması nedeniyle Bakanlık veya idarece yaptırılmasından doğan kamu alacağının güvence altına alınması için ilgili taşınmazın tapu kaydındaki arsa payları üzerinde ipotek tesis edilmesi suretiyle mülkiyet hakkının sınırlandırılması da Anayasa Mahkemesi tarafından kamu yararı kapsamında değerlendirilmiştir.

Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi gerek tespit masraflarının ve gerekse yıkım masrafları için “paydaşlarının müteselsil sorumlu olmalarını sağlamak üzere tapu kaydındaki arsa payları üzerine masraf tutarında müşterek ipotek belirtmesinde” bulunulmasını Anayasa’ya aykırı bulmuştur. Burada Anayasa’ya aykırılığa neden olan kısım “paydaşların müteselsil sorumlu olmalarını öngören” kısımdır. Her iki kural (6306 sayılı Kanun’un 3. maddesinin 1. fıkrasının 8. cümlesi ile 5. maddesinin 5. fıkrası) da da binanın paydaşlarının “müteselsil” sorumlu olmalarını sağlamak üzere tapu kaydındaki arsa payları üzerine, “müşterek ipotek” belirtmesinde bulunulacağı düzenlenmiştir. Bu durumda paydaşlardan herhangi biri, arsa payı üzerindeki ipoteği kaldırmak istediğinde, tespit masraflarının kendi hissesine düşen bölümünü ödemesi yeterli olmayacak, diğer paydaşların ödemeye yanaşmaması hâlinde masrafların tamamını ödemek zorunda kalacaktır. Binanın paydaşlarının bu şekilde orantılı olmayan yükümlülük altına sokulması, Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırı bulunmuştur. Anayasa Mahkemesine göre binanın paydaşlarının bu şekilde orantılı olmayan yükümlülük altına sokulması, Anayasa’nın 13. maddesinde temel hakların sınırlandırılmasının ölçütleri arasında yer verilen “ölçülülük” ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Anayasa’nın 13. maddesine göre temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir; bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.

Anayasa Mahkemesi binanın paydaşlarının bu şekilde orantılı olmayan yükümlülük altına sokulmasını mülkiyet hakkına da aykırı bulmuştur. Anayasa’nın 35. maddesinde, herkesin, mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilerek, mülkiyet hakkı temel haklar arasında sayılmıştır. Mülkiyet hakkı, kişiye sahibi olduğu şeyi dilediği gibi “kullanma”, “ürünlerinden yararlanma” ve “tasarruf” olanağı veren bir haktır. Bununla birlikte, mülkiyet hakkı sınırsız değildir. Anayasa’nın 35. maddesinde, mülkiyet hakkının “kamu yararı amacıyla” ve “kanunla” sınırlanabileceği, bu hakkın kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmıştır. Ancak mülkiyet hakkını sınırlandıran bir düzenlemenin kamu yararı amacıyla ve kanunla yapılması, bunun Anayasa’ya uygun olması için yeterli değildir. Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca, bu sınırlamanın demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun ve ölçülü olması, hakkın özüne dokunmaması da gerekir. Ayrıca sınırlamalar, bireysel menfaat ile kamu menfaati arasındaki adil dengeyi (orantılılık) bozmamalıdır.

Kıta Avrupası idare hukukuna has bir terim olan orantılılık kavramı, ilk olarak Alman Anayasa Mahkemesi tarafından uygulamış, daha sonra Avrupa hukuk sistemlerine yayılmıştır. Sözleşme’de ve Protokol’de orantılılık ya da adil denge kavramından bahsedilmemesine rağmen AİHM de içtihatlarında sık sık bu ölçütü kullanmıştır. Mahkeme’nin bu yönde içtihat geliştirmesinde, Sözleşme’nin 8 ila 11. maddelerinde yer alan “demokratik bir toplumda gerekli” ifadeleri de etkili olmuştur. Ayrıca Mahkeme Sporrong ve Lönnroth kararında bireysel menfaat ile toplum menfaati arasında bir dengenin varlığının aranmasının bir bütün olarak 1. maddenin yapısında da bulunduğunu vurgulamıştır. Mahkeme o kararından bu yana mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde orantılılık ilkesini sıkça uygulamaktadır.

Orantılılık ya da adil denge kuralına göre mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin, toplumun genel yararının gerekleri ile bireyin temel haklarının korunmasının gerekleri arasında adil bir denge kurması (ya da bir başka açıdan, mevcut dengeyi bozmaması) gerekmektedir. Bu dengenin iki önemli gerekliliği söz konusudur. Birincisi, mülkiyet hakkına yapılacak müdahalede, malike en az zarar verecek yöntemin seçilmesi; ikincisi ise malike verilen zararın, malike bir diğer fayda sağlanarak dengelenmesidir.

Ölçülülük ilkesinde göre ulaşılmak istenen amaçla başvurulan aracın makul bir ölçülülük ilişkisi taşıması gereklidir. Ölçülülük ilkesi, sınırlamada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişliliğini; bu aracın sınırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmaması anlamını taşır[1]. Özellikle bir kimsenin mülkiyet hakkına zarar verir nitelikteki her türlü tedbirde kullanılan araçlar ile hedeflenen amaç arasında makul bir ölçülülük ilişkisi mevcut olmalıdır[2].

“Paydaşlarının müteselsil sorumlu olmalarını sağlamak üzere tapu kaydındaki arsa payları üzerine masraf tutarında müşterek ipotek belirtmesinde” bulunulması Anayasa Mahkemesi tarafından adil dengeyi bozucu bir uygulama olarak değerlendirilmiştir. Çünkü böyle bir durumda paydaşlardan herhangi biri, arsa payı üzerindeki ipoteği kaldırmak istediğinde, tespit masraflarının kendi hissesine düşen bölümünü ödemesi yeterli olmayacak, diğer paydaşların ödemeye yanaşmaması hâlinde masrafların tamamını ödemek zorunda kalacaktır. Bu durum, ise amaçlanan kamu yararı ile paydaşların mülkiyet hakkı arasında kurulması gereken adil dengeyi bozmaktadır. Bu nedenle bu kural Anayasa’nın 35. maddesine de aykırıdır.

Anayasa Mahkemesi Kanun’un 3. maddesinin (1) numaralı fıkrasının sekizinci cümlesinin iptali nedeniyle uygulanma olanağı kalmayan aynı fıkranın yedinci cümlesinin ve 5. maddesinin (5) numaralı fıkrasının ikinci cümlesinin iptali nedeniyle uygulanma olanağı kalmayan aynı fıkranın birinci cümlesinin 6216 sayılı Kanun’un 43. maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince iptaline de karar vermiştir.

2) Hazine Dışındaki Kamu İdarelerinin Mülkiyetinde Bulunan Taşınmazların, Dönüşüm Yapacak İdareye Bedelsiz Devri Uygulaması Sona Erdi

Anayasa Mahkemesi 6306 sayılı Kanun’un 3. maddesinin 4. fıkrasının “Hazine dışındaki kamu idarelerinin mülkiyetinde bulunan taşınmazlar, bu Kanunun amaçları çerçevesinde kullanılmak üzere maliki olan kamu idarelerinin görüşü alınarak Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla Bakanlığa tahsis edilerek tasarrufuna bırakılır veya Bakanlığın talebi üzerine TOKİ’ye ve İdareye bedelsiz olarak devredilebilir.” hükmünü ihtiva eden 1. cümlesini iptal etmiştir.

Anayasa Mahkemesinin bu kararından sonra genel bütçe dışındaki kamu idarelerinin mülkiyetinde bulunan taşınmazların, Çevre ve Şehircilik Bakanlığına devredilmesi veya bu Bakanlığın talebi üzerine TOKİ’ye ve dönüşümü yapacak idareye bedelsiz olarak devredilebilmesi imkanı kalmamıştır.

Anayasa Mahkemesi, Hazine dışındaki kamu idarelerine ait taşınmazların 6306 Kanun’un amaçları çerçevesinde kullanılmak üzere maliki olan kamu idarelerinin görüşü alınarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla adı geçen Bakanlığa tahsis edilerek tasarrufuna bırakılmasını veya bu Bakanlığın talebi üzerine TOKİ’ye ve dönüşümü gerçekleştirmek üzere yetkilendirilmiş olan idareye bedelsiz olarak devredilebilmesini Anayasa’nın 123. ve 127. maddelerine aykırı bulmuştur..

Anayasa’nın 123. maddesinde, idarenin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu ve kanunla düzenleneceği öngörüldükten sonra, idarenin kuruluş ve görevlerinin, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayandığı hükme bağlanarak, kamu tüzel kişiliğinin, ancak kanunla veya kanunun açıkça verdiği yetkiye dayanılarak kurulacağı belirtilmiştir. İdarenin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu ilkesiyle, idarenin yerine getirdiği çeşitli görevlerle bu görevleri yerine getiren kurumlar arasında birlik sağlanması ve idari yapı içinde yer alan kurumların bir bütünlük içerisinde çalışması öngörülmüştür. İdarenin bütünlüğü, tekil devlet modelinin yönetim alanındaki temel ilkesidir. Bu ilke, idari işlev gören ayrı hukuksal statülere bağlı değişik kuruluşların bir bütün oluşturduğunu anlatmaktadır. Anayasa’da mahallî idarelere idari ve mali özerklik tanınmış olmasına karşın merkezi yönetime, yerinden yönetim kuruluşlarını denetleme yetkisi verilmiş ve bu yetki idari vesayet olarak somutlaştırılmıştır.

Anayasa’nın 127. maddesinin beşinci fıkrasına göre idari vesayet; merkezî idarenin, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde sahip olduğu yetkidir. Belirtilen yetki, hukuka uygunluk denetiminin yanında yerindelik denetimini içerir şekilde düzenlenebilir. Vesayet makamınca, işlemler üzerinde iptal, onama, erteleme, izin, tekrar görüşülmesini isteme, düzeltme gibi çeşitli denetim usulleri uygulanmaktadır.

Anayasa’da merkezî idare-mahallî idare ayrımının yapılması, mahallî idarelerin organlarının seçimle göreve gelmesinin öngörülmesi, seçimlerinin süreli olması, kararlarını kendi organları eliyle alması ve uygulatması, kendilerine özgü bütçelerinin bulunması gibi yetki ve ayrıcalıklar tanınmış olması, bu idarelerin özerkliklerinin somutlaşmış hâlidir. Nitekim Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında da, Anayasa’nın 127. maddesi uyarınca mahallî idarelerin idari ve mali özerkliklerinin bulunduğu vurgulanmıştır. İdari özerklik icrai karar alma yetkisini de içermektedir. Merkezî idarenin bu kuruluşlar üzerindeki vesayet yetkisi yerindelik ve hukukilik denetimleriyle sınırlı olup vesayet, yerinden yönetim kuruluşları yerine geçerek icrai karar alma yetkisini içermez.

Genel olarak mahallî idareler dâhil Hazine dışındaki kamu idarelerine ait taşınmazların devir ve tahsislerinin nasıl yapılacağı 5018 sayılı Kanun’da düzenlenmiştir. Anılan Kanun’un 47. maddesinin ikinci fıkrasında, söz konusu taşınmazları tahsis etmeye ve tahsisini kaldırmaya, maliki kamu idaresi; 46. maddesinin birinci fıkrasında ise genel bütçe kapsamı dışındaki kamu idarelerinin her türlü taşınır ve taşınmazlarını elden çıkarmaya, özel kanunlarında belirtilen organları yetkili kılınmıştır.

Dava konusu kuralın birinci cümlesiyle anılan idarelerin taşınmazlarının tahsis ve devri usulünde değişiklik yapılmış, bu işlemlerin taşınmazın maliki olan kamu idareleri yerine Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu tarafından yapılacağı, taşınmazların maliki olan kamu idarelerinin anılan işlemlerden önce görüşlerinin alınacağı kurala bağlanmıştır. Ancak burada ilgili idarenin “uygun görüşü” değil, sadece “görüşü”nün alınacağı öngörülmüş olduğundan, idarenin aksi görüşüne rağmen o idarenin mülkiyetinde bulunan taşınmazların mülkiyetinin devri söz konusu olabilecektir.

Kuralın birinci cümlesiyle, mahallî idarelerin herhangi bir kararına veya uygun görüşüne bağlı olmaksızın taşınmazlarının bedelsiz olarak devrinin öngörülmesi, Anayasa’nın 127. maddesinde yer alan mahallî idarelerin özerkliği ilkesi ile bağdaşmamaktadır.

Diğer taraftan dava konusu kuralın birinci cümlesi uyarınca taşınmazlarının devredilmesine imkân tanınan genel bütçe dışındaki idareler arasında “mahallî idareler” haricinde “özel bütçeli idareler”, “düzenleyici ve denetleyici kurumlar” ve “sosyal güvenlik kurumları” da bulunmaktadır. Anılan kurumların özel yasaları dikkate alındığında, bunların çoğunun kamu tüzel kişiliği ile idari ve mali özerkliğe sahip hizmet yerinden yönetim kuruluşları olduğu anlaşılmaktadır.

Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında ifade edildiği üzere, Anayasa’nın 127. maddesi, hizmet yerinden yönetim kuruluşlarını kapsamamaktadır. Hizmet yerinden yönetim kuruluşları, Anayasa’nın 123. maddesine dayanılarak kamu tüzel kişiliği biçiminde kurulmaktadır. Kamu tüzel kişiliğini haiz olunması, idari ve mali özekliğe sahip olmayı zorunlu kılmaktadır. Zira tüzel kişilik, özünde, merkezî idareden bağımsız karar alabilmeyi gerektirmektedir. Ancak Anayasa’da, yer yerinden yönetim kuruluşları olan mahallî idarelerden farklı olarak hizmet yerinden yönetim kuruluşlarının idari ve mali özerkliğinin ölçüsüyle ilgili herhangi bir hükme yer verilmemiştir. Bu nedenle, hizmet yerinden yönetim kuruluşlarına tanınacak özerkliğin derecesinin tayin edilmesi kanun koyucunun takdirindedir.

Bununla birlikte, bir kurumun özel kanununda idari ve mali özerkliğe sahip olduğu kurala bağlanmış ve buna uygun olarak kendisine kimi kamu hizmetlerini yapma görevi verilmiş olmasına rağmen, başka bir kanunla bu idari ve mali özerklikle bağdaşmayacak, o kurumun görev alanına girmeyen bir kamu hizmetini yerine getirmek amacıyla taşınmaz mallarının hiçbir sınırlama olmaksızın, kamu hizmetine fiilen tahsis edilip edilmediğine bakılmaksızın, idarenin kararı ve uygun görüşü aranmaksızın, bedelsiz olarak başka kurum ve kuruluşlara devrine imkân tanınması kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde aksamaya neden olabilecektir.

Bu durum, Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan ve idarenin yerine getirdiği çeşitli görevlerle bu görevleri yerine getiren kurumlar arasında birlik sağlanmasını ve idari yapı içinde yer alan kurumların bir bütünlük içerisinde ahenkle çalışmasını gerektiren idarenin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, dava konusu kuralın birinci cümlesi Anayasa’nın 123. ve 127. maddelerine aykırıdır.

3) İmar ve Yapılaşmanın Durdurulmasını Öngören Kural İptal Edildi

Bu çalışmada ise 6306 sayılı Kanun’un 4. maddesinin inşaat yasaklarını düzenleyen 1. fıkrasında yer alan “riskli alanlarda, riskli yapıların bulunduğu taşınmazlarda ve rezerv yapı alanlarında bu Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince her türlü imar ve yapılaşma işlemlerini geçici olarak durdurulmasına” dair iptal gerekçeleri irdelenecektir.

3.1) İmar ve Yapılaşmanın Durdurulmasını Öngören Kural ve Niteliği

6306 sayılı Kanun’un Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen bir diğer hükmü ise 4. maddenin “Bakanlık veya uygulamayı yürütmesi hâlinde TOKİ veya İdare, riskli alanlarda, riskli yapıların bulunduğu taşınmazlarda ve rezerv yapı alanlarında bu Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince her türlü imar ve yapılaşma işlemlerini geçici olarak durdurabilir.” hükmünü ihtiva eden 1. fıkrasıdır. Bu fıkra ile, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı veya uygulamayı yürütmesi hâlinde TOKİ veya dönüşümü yapacak idarenin, riskli alanlarda, riskli yapıların bulunduğu taşınmazlarda ve rezerv yapı alanlarında Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince her türlü imar ve yapılaşma işlemlerini geçici olarak durdurabileceği hükme bağlanmıştı. Anayasa Mahkemesi, bu fıkrayı Anayasa’nın mülkiyet hakkını düzenleyen 35. maddesine aykırı bulmuştur. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesinin bu kararından sonra riskli alanlarda, riskli yapıların bulunduğu taşınmazlarda ve rezerv yapı alanlarında bu Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince her türlü imar ve yapılaşma işlemlerini geçici olarak durdurulması mümkün değildir.

Öncelikle hükmün, mülkiyet hakkı ile ilgisini açıklayalım. Bireylerin, sahip oldukları taşınmazlarının ve bu taşınmazlar üzerindeki yetkilerinin (kullanma, yararlanma ve tasarruf) mülkiyet hakkı kapsamına girdiğinde kuşku bulunmamaktadır. Bu kapsamda, sahip olunan taşınmaz üzerinde inşaat yapma hakkı da mülkiyet hakkı kapsamına girer. İnşaat yapma hakkının sınırlandırılması ise mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamına gelir. Çünkü mülkiyet hakkının sınırlandırılmasından söz edilebilmesi için, mutlaka bireylerin mülkiyetlerinden tamamen yoksun bırakılmaları gerekmez. Mülkiyet hakkı, kişiye sahibi olduğu şey üzerinde “kullanma”, “yararlanma” ve “tasarruf” yetkileri veren bir haklar demetidir. Bireylerin, taşınmazları üzerinde yapı yapabilmeleri de, onların mülkiyet hakkından doğan bu yetkileri kapsamındadır. Bu hüküm ise, bireylere ait taşınmaz mallar üzerindeki imar ve yapılaşma işlemlerinin durdurulmasını düzenlediğinden, bireylerin mülkiyet haklarının sınırlandırıldığında kuşku bulunmamaktadır. Nitekim, madde gerekçesinde de, dava konusu kuralla taşınmaz mülkiyetine kısıtlamalar getirildiği açıkça ifade edilmiştir.

3.2) İnşaat Yasağı Uygulamasının Kamu Yararı Kapsamında Değerlendirilip Değerlendirilmediği

Anayasa Mahkemesi, mülkiyet hakkının bu şekilde sınırlandırılmasını (kurakl olarak) kamu yararı kapsamında değerlendirmektedir. Anayasa Mahkemesine göre Kanun’un genel ve madde gerekçeleri ile amacı birlikte değerlendirildiğinde, Kanunla nihai olarak afet riski altındaki yerleşim merkezlerinin bulundukları yerlerde dönüştürülmeleri, mümkün olmazsa başka yerlere nakledilmelerinin hedeflendiği, dava konusu kuralla, belirli bir proje dâhilinde bütünlüklü olarak yürütülmesi gereken bu uygulamalar sırasında projeye aykırı yapılaşma yapılmasını engellemek için geçici olarak uygulamaya konu alanlarda ve riskli yapıların bulunduğu taşınmazlarda imar ve yapılaşma işlemlerinin geçici olarak durdurulduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi, belirli bir proje dâhilinde bütünlüklü olarak yürütülmesi gereken dönüşüm uygulamaları sırasında projeye aykırı yapılaşma yapılmasını engellemek için inşaat yasakları uygulanmasının, kamu yararı taşıdığı sonucuna varmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, çeşitli davalarda (örneğin ELIA S.r.l./İtalya) şehir planlarının uygulanması bakımından inşaat yasağı konulmasında kamu yararı bulunduğunu kabul etmiştir. AİHM’ne göre kamu otoritelerinin imar planlarının uygulanması açısından geniş bir takdir hakkı bulunmaktadır ve bu kapsamda yapılacak müdahaleler (örneğin inşaat yasakları) kamu yararı kapsamında değerlendirilmelidir. AİHM, kamulaştırma yapma ve kamulaştırılacak taşınmazlar üzerine inşaat yasağı koyma konusunda Sözleşmeci Devletlere geniş bir takdir yetkisi tanımak eğilimindedir. Mahkemeye göre şehirlerin geliştirilmesi gibi karmaşık ve zor bir süreç içerisinde Devletlere geniş bir takdir hakkı tanımak gerekir. Bu nedenle kamulaştırılacak taşınmazlar üzerine inşaat yasağı konulmasını da bu takdir hakkı kapsamında değerlendirmek gerekir.

3.3) İnşaat Yasaklarının Uzun ve Belirsiz Olmasının Anayasa’ya Aykırılığı

İnşaat yasaklarında kamu yararı bulunmakla birlikte bu yasakların uzun sürmesi ya da belirsiz olması durumunda, mülkiyet hakkına aykırılık söz konusu olmaktadır.

Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında (örneğin 29.06.2000 tarihli ve E:1999/51, K:1999/33 sayılı kararı), uzun süren imar yasaklarının ölçüsüz olduğu ve mülkiyet hakkını ihlal ettiği sonucuna varılmıştır. Örneğin 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 13. maddesinin “Resmî yapılara, tesislere ve okul, cami, yol, meydan, otopark, yeşil saha, çocuk bahçesi, pazar yeri, hal, mezbaha ve benzeri umumî hizmetlere ayrılan alanlarda inşaata ve mevcut bina varsa esaslı değişiklik ve ilaveler yapılmasına izin verilmez” hükmünü ihtiva eden 1. fıkrası, Anayasa Mahkemesinin 29.06.2000 tarihli ve E:1999/51, K:1999/33 sayılı kararıyla iptal edilmiştir. Bu fıkraya göre imar plânlarında maddede belirtilen umumi hizmetlere ayrılan alanlarda inşaat veya bina varsa bunda esaslı değişiklik ve ilaveler yapılması, parsel sahibinin, imar plânının onay tarihinden beş yıl geçtikten sonra başvuruda bulunarak ilgili kamu kuruluşundan maddede belirtilen hizmetlere ayrılan alanların yapımından vazgeçtiğine ilişkin görüş almasına bağlı bulunduğundan, ilgili kamu kuruluşunun umumi hizmetlere ayrılan alanların yapımından vazgeçmemesi durumunda bu alanlarda parsel sahibinin inşaat olanağı bulunmamaktaydı.

Ancak bu inşaat yasağının süresi konusunda belirsizlik söz konusuydu. 3194 sayılı Kanun’un 13. maddesinin itiraz konusu birinci fıkrasında imar plânlarında, resmi yapı, okul, cami, yol, meydan gibi umumi hizmetlere ayrılan yerlerin, imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şeklinin devam edeceği öngörülmüştür. Aynı Kanun’un 10. maddesinde de belediyelerin, imar plânlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde bu planı uygulamak üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlayacakları belirtilmiş, ancak Yasa’da bu plânların tümünün hangi süre içinde programa alınarak uygulanacağına ilişkin bir kurala yer verilmemişti.

Anayasa Mahkemesi de 13. maddede öngörülen inşaat yasağının süresinin belirli olmamasını mülkiyet hakkına aykırı bulmuştur. Anayasa Mahkemesine göre 13. maddenin birinci fıkrası uyarınca imar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerlerin mevcut kullanma şekillerinin ne kadar devam edeceği konusundaki bu belirsizliğin, kişilerin mülkiyet hakları üzerinde süresi belli olmayan bir sınırlamaya neden olduğu açıktır. İmar plânlarının uygulamaya geçirilmesindeki kamusal yarar karşısında mülkiyet hakkının sınırlanmasının demokratik toplum düzeninin gerekleriyle çelişen bir yönü bulunmamakta ise de, itiraz konusu kuralın neden olduğu belirsizliğin kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak mülkiyet hakkını kullanılamaz hale getirmesi, sınırlamayı aşan hakkın özüne dokunan bir nitelik taşımaktadır. Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunup onları büyük ölçüde kısıtlayan veya tümüyle kullanılamaz hale getiren sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaştığı kabul edilemez. Demokratik hukuk devletinin amacı kişilerin hak ve özgürlüklerden en geniş biçimde yararlanmalarını sağlamak olduğundan yasal düzenlemelerde insanı öne çıkaran bir yaklaşımın esas alınması gerekir. Bu nedenle getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Özgürlükler, ancak ayrık durumlarda ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilmelidir. Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez. Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.

Anayasa Mahkemesi 6306 sayılı Kanun’un 4. maddesinin 1. fıkrasında yer alan inşaat yasaklarının süresinin belirli olmamasını Anayasa’ya aykırı bulmuştur. Bu kuralda, imar ve yapılaşma yasağının, “Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince” devam edeceği belirtildiğini hatırlatan Anayasa Mahkemesine göre Kanun’da, Kanun kapsamındaki proje ve uygulamaların azami süresini gösteren bir kurala yer verilmemiştir; dolayısıyla, kural uyarınca uygulanacak imar yasağının süresinin öngörülebilir azami üst sınırı bulunmamaktadır. Bireyin üzerine aşırı yük yüklenmesine neden olabilecek bu durum, Anayasa’nın 13. maddesinde temel hakların sınırlandırılmasının ölçütleri arasında yer verilen “ölçülülük” ilkesine aykırılık oluşturabilecek ve böylece kamu yararı ile bireyin yararı arasında kurulması gereken dengeyi bozabilecek niteliktedir.

Bu yazımız da ilginizi çekebilir:  Arkeolojik Sit Nedir? Arkeolojik Sit Yapılaşma Koşulları Nelerdir?

Çünkü bir kuralın kamu yararı amacı taşıması, Anayasa’ya uygunluk bakımından yeterli olmayıp kuralla getirilen sınırlamanın ölçüsüz olmaması, ulaşılmak istenen kamu yararı ile bireyin mülkiyet hakkı arasında adil bir dengeyi bozmaması da gerekir. AİHM içtihatlarında (örneğin Sporrong ve Lönnroth/İsveç, ELIA S.r.l./İtalya) da, birey üzerine aşırı yük yüklenip yüklenmediği, bunun sonucu olarak kamu yararı ile bireyin mülkiyet hakkı arasında adil dengenin sağlanıp sağlanmadığı incelenirken, imar yasaklarının uzun süre devam etmesi ve yasağın süresinin belirsiz olması dikkate alınan hususlar arasında yer almaktadır. Bu gerekçelerle Anayasa Mahkemesi 6306 sayılı Kanun’un 4. maddesinin 1. fıkrasında düzenlenen inşaat yasaklarının süresinin belirsiz olmasını Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırı bulmuştur.

4) Kanun Kapsamında Kalan Alanlar Dışında Kalan Diğer Yapıların 6306 sayılı Kanuna Tabi Olmasına İlişkin Düzenleme İptal Edildi

İptal edilen bir diğer hüküm de 3. maddenin “Bu Kanunun uygulanması için belirlenen alanların sınırları içinde olup riskli yapılar dışında kalan diğer yapılardan uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli görülenler de bu Kanun hükümlerine tabi olur.” hükmünü ihtiva eden 7. fıkrasıdır.

Dava dilekçesinde, riskli olmayan yapıların, “Bakanlıkça gerekli görülenler” şeklinde belirsiz bir ifadeyle kanun kapsamına dâhil edildiği, bunun hukuk güvenliğini tehlikeye düşürdüğü ve asli düzenleme yetkisinin yürütmeye devri niteliğinde olduğu, risk taşımayan yapıların Bakanlığın belirleyeceği sınırlar içinde kalmaları durumunda, uygulama bütünlüğü gerekçesiyle yıkılabileceği, bunun risk taşımayan yapılarda oturan kişilerin barınma haklarını ve konut dokunulmazlığını ortadan kaldıracağı, mülkiyet hakkına müdahalelerde kamu menfaati ile bireyin temel hakları arasındaki adil dengenin sağlanması gerektiği, Türkiye Cumhuriyetinin Ek 1 no’lu Protokol’ün 1. maddesindeki mülkiyet hakkına ilişkin korumayı taahhüt ettiği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 6., 7., 8., 11., 13., 35., 90. ve 123. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Dava konusu kuralla, Kanun’un uygulanması için belirlenen alanların sınırları içinde olup “riskli yapılar dışında kalan diğer yapılar”dan uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli görülenlerin de Kanun hükümlerine tabi olacağı düzenlenmiştir.

Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendindeki riskli yapı tanımı dikkate alındığında, riskli yapılar dışındaki yapıların, ekonomik ömrünü tamamlamamış, yıkılma veya ağır hasar görme riski taşımayan yapılar olduğu anlaşılmaktadır.

Kuralda, anılan nitelikteki yapıların da “bu (6306 sayılı) Kanun hükümlerine tabi” olacağı belirtilmiştir. Kanun’un amacı 1. maddede, bu amaç doğrultusunda yapılacak uygulamalar ise 3., 4., 5. ve 6. maddelerde düzenlenmiştir. Kanun’un 3. maddesinde riskli yapıların tespiti ve kamuya ait taşınmazların tahsis ve devri kurala bağlandığından, anılan maddenin bu nitelikte olmayan dava konusu kural kapsamındaki taşınmazlara uygulanma imkânı bulunmamaktadır. Dolayısıyla riskli olmayan yapılar hakkında, Kanun’un 4., 5., ve 6. maddeleri uyarınca uygulama yapılacaktır. Anılan maddeler içinde, imar kısıtlamaları, yapının tahliyesi ve yıkılması, taşınmazın kamulaştırması gibi mülkiyet hakkını sınırlandırdığı açık olan düzenlemeler bulunmaktadır.

Kanun’un genel amacı afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemedir. Dava konusu kural ise bu genel amaç doğrultusunda yapılacak uygulamalarda “uygulama bütünlüğü”nü sağlamak için getirilmiştir. Bunda meşru bir kamu yararı olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır.

Bununla birlikte kanunla getirilen bu sınırlamanın, kamu yararı amacı taşıması dışında, kamunun yararı ile bireylerin temel hakları arasında kurulması gereken adil dengeyi bozmaması, ölçülü olması da gerekir. Dava konusu kuralla, “riskli olmayan yapılar” hakkında yapılacak uygulamalara ilişkin özel bir düzenleme öngörülmemiş, riskli yapılara ilişkin kurallara atıf yapılmıştır. Ancak anılan kurallar, yapıların riskli olması dikkate alınarak düzenlenmiş, kamu yararı ile bireylerin hakları arasında buna uygun denge oluşturulmaya çalışılmıştır. Menfaatler dengesi bu şekilde oluşturulan kuralların riskli olmayan yapılara uygulanması, Anayasa’nın 13. maddesinde temel hakların sınırlandırılmasının ölçütleri arasında yer verilen “ölçülülük” ilkesine aykırılık oluşturmakta ve kamu yararı ile riskli olmayan yapı sahiplerinin hakları arasında kurulması gereken dengeyi bozmaktadır.

Açıklanan nedenlerle dava konusu kural, Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırıdır.

5) Yürütmenin Durdurulamamasına İlişkin Hüküm İptal Edildi

6/9/son cümle : “Bu davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilemez”

Dava konusu kuralın ikinci cümlesiyle, Kanun uyarınca tesis edilen idari işlemlere karşı açılan davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilemeyeceği hükme bağlanmıştır.

Anayasa’nın 125. maddesinin birinci fıkrasında, “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” denilmiş; beşinci fıkrasında ise idari işlemin uygulanması hâlinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebileceği kurala bağlanmıştır. Böylelikle idarenin eylem ve işlemlerine karşı etkili bir yargı denetimi sağlanması amaçlanmıştır.

Hak arama özgürlüğü bakımından kişilerin idareye karşı sahip oldukları en etkili yargısal koruma mekanizması iptal davasıdır. İptal davasında, idari işlemin hukuk kurallarına aykırılığının belirlenmesi hâlinde iptali yoluna gidilmekte ve bunun sonucunda idarenin hukuka bağlılığı ve hukuk düzeninin korunması sağlanmaktadır. Genel ilke, iptal kararlarının geriye yürümesi ve iptal edilen işlemi başından itibaren ortadan kaldırması olmakla birlikte, bu durum, idari işlemin iptal kararına kadar mevcudiyetine ve etki doğurmasına engel değildir. Bu nedenle, kişileri iptal davası sonuçlanıncaya kadar hukuka aykırı idari işlemin olumsuz etkilerinden korumak, ileride giderilmesi imkânsız veya zor olan durumları önlemek, idareyi de hem olası bir tazmin yükünden kurtarmak hem de hukuk sınırları içine çekerek hukuk devletinin kesintiye uğramadan devamını sağlamak amacıyla yürütmenin durdurulması kurumu öngörülmüştür.

Bununla birlikte, Anayasa’nın 125. maddesinin altıncı fıkrasıyla, üstün kamu yararının bulunduğu kimi durumlarda, yürütmenin durdurulmasına karar verilmesine istisna getirilebileceği öngörülmüştür. Buna göre, yürütmenin durdurulması kararı verilmesi olağanüstü hâl, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hâli ile milli güvenlik, kamu düzeni ve genel sağlık nedenlerine bağlı olarak kanunla sınırlanabilir.

Dava konusu kuralın gerekçesinde, Kanun’un temel amacının can ve mal emniyetini temin etmek olduğu, Kanun’un öngördüğü iş ve işlemlerin plânlanan şekilde ve zamanında gerçekleştirilmemesinin bireylerin yaşam hakkının afet riski nedeniyle tehlike altında olması hâlinin devam etmesi anlamına geleceği, bu nedenle Kanun uyarınca tesis edilen idari işlemlere karşı açılan davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilemeyeceğinin hükme bağlandığı belirtilmiştir.

Ancak, Anayasa’nın 125. maddesinin altıncı fıkrasında belirtilen nedenlerden birine dayanılması, kanun koyucuya, yürütmenin durdurulması kararı verilmesine istisna getirme konusunda sınırsız yetki vermez. Zira, Anayasa’nın 125. maddesinin beşinci fıkrası gereğince yürütmenin durdurulması kararı, idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması ve uygulanması hâlinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda verilebilecektir. Bu nedenle, yürütmenin durdurulması kararı verilmesine istisna getirilebilmesi için açıkça hukuka aykırı olan bir idari işlemin, idari davanın sonuçlanmasına kadar davanın tarafı olan bireyler üzerinde doğuracağı telafisi güç veya imkânsız zararın göz ardı edilmesini meşru kılacak üstün bir kamu yararının bulunması gerekir.

Kanun’un 1. maddesi ve genel gerekçesi dikkate alındığında, Kanunla, genel sağlığa zarar veren gerçekleşmiş olayların sonuçlarının derhal giderilmesinin ya da can ve mal güvenliğine yönelik yakın ve kesin tehlikelerin derhal önlenmesinin değil; afet riski altındaki alanların, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun dönüşümü sağlanarak sağlıklı ve dengeli bir çevre hâline getirilmelerinin, böylelikle ileride gerçekleşmesi muhtemel can ve mal kayıplarının önüne geçilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Bu durumda, Kanun uyarınca yapılacak idari işlemler yönünden yürütmeyi durdurma kararı verilmesine istisna getirilmesinde, açıkça hukuka aykırı olan bir idari işlemin, idari davanın sonuçlanmasına kadar davanın tarafı olan bireyler üzerinde doğuracağı telafisi güç veya imkânsız zararın göz ardı edilmesini meşru kılacak, derhal gerçekleşmesi gereken üstün bir kamu yararı bulunduğu söylenemez.

Belirtilen hususlar dikkate alındığında, dava konusu kuralla, bireylerin, hak arama özgürlüklerini daha etkili biçimde kullanabilmelerini sağlayan yürütmeyi durdurma kurumundan Anayasa’ya aykırı olarak yoksun bırakıldıkları sonucuna varılması gerekmektedir.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 36. ve 125. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.

6) Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sisteminde Belirtilen Adreslere Yapılan Tebligatın, Muhataplarına Yapılmış Sayılmasına İlişkin Uygulama Sona Erdi

6/10: “(10) Bu Kanun uyarınca yapılan iş ve işlemlere ilişkin olarak adrese dayalı nüfus kayıt sisteminde belirtilen adreslere yapılan tebligat, muhataplarına yapılmış sayılır.”

Ek dava dilekçesinde, adrese dayalı nüfus kayıt sisteminde belirtilen adreslere yapılan tebligatın muhataplarına yapılmış sayılacağının öngörülmesinin, 7201 sayılı Kanun’un 10. maddesinin birinci fıkrasındaki “Tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır.” hükmü ile 28. maddesindeki ilanen tebligata ilişkin kuralların uygulanmasını ortadan kaldıracağı, 5490 sayılı Kanun’un 49., 50. ve 51. maddelerinde düzenlenen “adrese dayalı nüfus kayıt sistemi”nin tek başına kullanılabilecek kesinlik ve güvenirlik taşımaktan uzak olduğu, adaletsiz ve hakkaniyete aykırı sonuçlar doğuracağı, hukuk güvenliğini ortadan kaldıracağı, mülkiyet hakkını konu alan iş, işlem ve faaliyetlerin muhataplarına tebligatının bu alandaki özel kanuna istisna oluşturacak şekilde düzenlenmesinde kamu yararı bulunmadığı, mülkiyet hakkının özünü ortadan kaldıran ve elverişlilik, gereklilik ve orantılılık gibi üç alt bileşeni olan ölçülülük ilkesiyle bağdaşmayan düzenleme yapıldığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 6., 7., 8., 10., 11., 13., 36., 56., 57., 123., 125. ve 127. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Kamu kurum ve kuruluşları tarafından yapılacak tebligatlar, 7201 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. Anılan Kanun’un 10. maddesi uyarınca tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır. Bilinen en son adresin tebligata elverişli olmadığının anlaşılması veya tebligat yapılamaması hâlinde, muhatabın adres kayıt sisteminde bulunan yerleşim yeri adresi, bilinen en son adresi olarak kabul edilir ve tebligat buraya yapılır.

Dava konusu kuralla, Kanun uyarınca yapılacak iş ve işlemlere ilişkin olarak “adrese dayalı nüfus kayıt sisteminde belirtilen adreslere” yapılan tebligatın, muhataplarına yapılmış sayılacağı hükme bağlanmıştır. Dolayısıyla anılan fıkrada, genel olarak tebligat usulünde geçerli olan öncelikle “bilinen son adrese” tebligat yapılması aşamasına yer verilmemiştir.

Adres kayıt sistemi, 5490 sayılı Kanun’un 48 ila 53. maddeleri arasında düzenlenmiştir. Anılan kurallar uyarınca, sistemdeki adres bilgilerinin sürekli güncellenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bilinen son adres ile adres kayıt sistemindeki adres genelde aynı olacak, dava konusu kural ile 7201 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanmasının sonuçları değişmeyecektir.

Bununla birlikte, adres değişikliğinin adres kayıt sistemine bildirilmesinin unutulduğu veya sistemin güncellenmesinde idareden kaynaklanan gecikme olduğu durumlarda, adres kayıt sistemindeki adres ile idari işlemi yapacak ilgili kuruma bildirilen son adres farklı olacaktır. Böyle bir durumda, ilgili kurum, dava konusu kural uyarınca, kendisine bildirilen son adres yerine, bireyin ikamet etmediği adres kayıt sisteminde bulunan eski adresine tebligat yapmak zorunda kalacaktır. Dava açma sürelerinin, idari işleme ilişkin yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden başladığı dikkate alındığında, bu şekilde uygulama yapılması, bireylerin haklarındaki işlemden haberdar olamamaları, dava açma sürelerini kaçırmaları ve hukuka aykırı olduğunu düşündükleri işlemlere karşı yargı yoluna başvuramamaları sonucunu doğurabilir. Bu sonuç, hukuk devleti ilkesi ve adil yargılanma hakkı kapsamında olan mahkemeye erişim hakkıyla bağdaşmaz.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 36. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.

7) İhale Usulü Değişti

Madde 8/“(1) Bu Kanun uyarınca kamu kaynağı kullanılarak gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işleri, 4734 sayılı Kanunun 21 inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde belirtilen hâllere dayanan işlerden sayılır.”

Kamu hukukuna tabi olan veya kamunun denetimi altında bulunan ya da kamu kaynağı kullanan kamu kurum ve kuruluşlarının mal veya hizmet alımları ile yapım işlerinde uygulanacak esas ve usulleri belirlemek amacıyla 4734 sayılı Kanun yürürlüğe konulmuştur. Anılan Kanun’un 18. maddesinde, mal veya hizmet alımları ile yapım işlerinde uygulanacak ihale usulleri; “açık ihale usulü”, “belli istekliler arasında ihale usulü” ve “pazarlık usulü” olarak sayılmış; 5. maddesinin dördüncü fıkrasında açık ihale usulü ve belli istekliler arasında ihale usulünün temel usuller olduğu, diğer ihale usullerinin Kanun’da belirtilen özel hâllerde uygulanabileceği kurala bağlanmış; diğer usuller arasında yer alan pazarlık usulünün kullanılabileceği özel hâller ise Kanun’un 21. maddesinde düzenlenmiş; anılan maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde, “Doğal afetler, salgın hastalıklar, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen veya idare tarafından önceden öngörülemeyen olayların ortaya çıkması üzerine ihalenin ivedi olarak yapılmasının zorunlu olması” bu özel hâllerden biri olarak kabul edilmiştir. Maddenin ikinci fıkrası uyarınca, anılan bentte belirtilen istisnai hâllerde ilan yapılması zorunlu olmayıp en az üç isteklinin davet edilmesi, yeterlik belgelerini ve fiyat tekliflerini birlikte vermeleri yeterlidir.

Dava konusu kuralla, Kanun uyarınca kamu kaynağı kullanılarak gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin, 4734 sayılı Kanun’un 21. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde belirtilen hâllere dayanan işlerden sayılacağı hükme bağlanmıştır. Dolayısıyla Kanun uyarınca kamu kaynağı kullanılarak gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde, 4734 sayılı Kanun’da belirlenen temel ihale usullerinden açık ihale veya belli istekliler arasında ihale usulleri değil, özel bazı hâllerde uygulanan “pazarlık usulü” uygulanacaktır.

Devlet harcamalarında 4734 sayılı Kanun’un uygulanmasını zorunlu kılan bir Anayasa kuralı bulunmadığından, kanun koyucunun bazı mal ve hizmetler yönünden farklı usuller benimsemesinde anayasal açıdan bir engel yoktur. Ancak, bir mal ve hizmet alımı ihalesinin 4734 sayılı Kanun’da öngörülen usullerin dışına çıkarılırken, kamu yararının gerektirdiği haklı nedenlerin bulunması hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir.

Dava konusu kuralın madde gerekçesinde, “Kanun’un öngördüğü her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin özelliği ve âciliyeti sebebiyle” anılan düzenlemeye gerek görüldüğü ifade edilmiştir. Kanun, bireylerin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama haklarının temin edilmesi, bu suretle can ve mal güvenliklerinin sağlanması için afet riski altındaki bölgelerin dönüştürülmesini amaçlamaktadır. Ülkemizin afetlere maruz kalma riskinin yüksekliği, buna karşılık mevcut yapı stokunun afetlere dayanıklılığının düşük olması, kuşkusuz bu konuda hızlı tedbir alınmasını gerekli kılmaktadır. Buna göre, Kanun’a göre yapılacak uygulamalar kapsamında ihtiyaç duyulan mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin hızlandırılmasında kamu yararı bulunduğu açıktır.

Bununla birlikte, Kanun’un ülkemizdeki yapı stokunun büyük bir bölümünü dönüştürmeyi amaçladığı, kuralın sadece mal ve hizmet alımını değil yapım işlerini de kapsadığı dikkate alındığında, böyle geniş bir alanda uygulanacak ve yüksek meblağların ödenmesini gerektirecek alım ve yapım işlerinde saydamlık, rekabet, eşit muamele, güvenirlik, gizlilik ve kamuoyu denetimi ilkelerine uyulmasında da kamu yararı bulunmaktadır. Kural kapsamındaki uygulamalar yönünden can ve mal güvenliğine yönelik gerçekleşmiş öngörülemeyen olaylar da söz konusu değildir. Dolayısıyla, Kanun uyarınca kamu kaynağı kullanılarak gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde, 4734 sayılı Kanun’da yer alan usullerle bağlı olmaksızın yeni alım ve yapım usulleri benimsemesi kanun koyucunun takdirinde ise de bu usullerin Kanun kapsamında yapılacak işlerin gerektirdiği hız ile yukarıda belirtilen ilkeleri birlikte karşılaması gerekir.

Belirtilen hususlar dikkate alındığında, dava konusu kuralla belirlenen usulün, kamu kaynağı kullanılarak gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin niteliğinin gerektirdiği saydamlık, rekabet, güvenirlik ve kamuoyu denetimi ilkelerini yeterince karşıladığı söylenemez.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.

8) İmar Mevzuatındaki Kısıtlamalara Tabi Olmama Kuralı İptal Edildi

Madde 9/1: “Bu Kanun uyarınca yapılacak olan planlar, 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununda ve imara ilişkin hükümler ihtiva eden özel kanunlar da dâhil olmak üzere diğer mevzuatta belirtilen kısıtlamalara tabi değildir.”

Dava konusu kuralın birinci cümlesiyle, Kanun uyarınca yapılacak olan planların, 3194 sayılı Kanun ile imara ilişkin hükümler ihtiva eden özel kanunlar da dâhil olmak üzere diğer mevzuatta belirtilen kısıtlamalara tabi olmadığı kurala bağlanmıştır.

İmar mevzuatındaki kısıtlamalara tabi olmama, başta 3194 sayılı Kanun olmak üzere imara ilişkin düzenleme içeren kanunlar ve ikincil düzenlemelerdeki kısıtlamalarla bağlı olmamayı ifade eder. Bu düzenlemelerin amacı 3194 sayılı Kanun’un 1. maddesinde, “yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak” olarak ifade edilmiştir. Bu amacın gerçekleşebilmesi, imar planlarının, ilgili düzenlemelerde öngörülen yöntem, esas ve sınırlamalara uyulmak suretiyle hazırlanması, onaylanması ve değiştirilmesi hâlinde mümkün olacaktır.

Anayasa’nın 5. ve 56. maddelerinde ifadesini bulan ödevlerin somut tedbirlerle nasıl yerine getirileceği şüphesiz kanun koyucunun takdirindedir. Bu anlamda kanun koyucu imar mevzuatıyla da bağlı değildir. Bununla birlikte söz konusu ödevlerin ne şekilde yerine getireceğine ilişkin yeni bir kanuni düzenleme yapılmaksızın idarenin var olan imar mevzuatındaki kısıtlamaların dışında tutulması, Anayasa’nın anılan maddeleriyle bağdaşmaz.

Diğer taraftan Anayasa Mahkemesi kararları ve Danıştay içtihatlarında, imar planlarının, imara ilişkin kanunlarda belirtilen ilkelerin belli bir bölgenin özel koşulları da dikkate alınarak uygulanmasını sağlayan kuralları öngörmesi nedeniyle “düzenleyici işlem” niteliğinde olduğu kabul edilmektedir.

Dava konusu kuralla, imara ilişkin hüküm ihtiva eden kanunlarda belirtilen kısıtlamalarla bağlı olmaksızın plan yapma yetkisi verilmesi, yürütme organının, Kanun’un uygulandığı alanlarda, imara ilişkin konuları herhangi bir kanuni düzenlemeye dayanmaksızın ilk elden düzenleyebilmesi sonucunu doğurur. Bu durum, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesi ile bağdaşmaz.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 5., 7. ve 56. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.

9) Özel Kanunlardaki Kısıtlamalara Tabi Olmama Kuralı İptal Edildi

Madde 9/2: “(2) Bu Kanun kapsamındaki alanlarda bu Kanunun öngördüğü uygulamaların zaruri kılması hâlinde, bu uygulamaların gerektirdiği iş ve işlemler hakkında;

a) 26/1/1939 tarihli ve 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunun,

b) 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanununun,

c) Afete maruz bölgeye ilişkin hükümleri saklı kalmak kaydıyla 15/5/1959 tarihli ve 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısiyle Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanunun,

ç) 28/12/1960 tarihli ve 189 sayılı Millî Savunma Bakanlığı İskân İhtiyaçları İçin Sarfiyat İcrası ve Bu Bakanlıkça Kullanılan Gayrimenkullerden Lüzumu Kalmıyanların Satılmasına Salâhiyet Verilmesi Hakkında Kanunun,

d) 18/12/1981 tarihli ve 2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanununun,

e) 12/3/1982 tarihli ve 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanununun,

f) 21/7/1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun,

g) 4/4/1990 tarihli ve 3621 sayılı Kıyı Kanununun,

ğ) 25/2/1998 tarihli ve 4342 sayılı Mera Kanununun,

h) 16/6/2005 tarihli ve 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanunun,

ı) 3/7/2005 tarihli ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun,

i) Geri görünüm ve etkilenme bölgeleri bakımından 18/11/1983 tarihli ve 2960 sayılı Boğaziçi Kanununun,

bu Kanunun uygulanmasını engelleyici hükümleri ve diğer kanunların bu Kanuna aykırı hükümleri uygulanmaz. Ancak, bu Kanunun öngördüğü uygulamalar sırasında, bahsedilen kanunların amaçları ayrıca gözetilir. Uygulamalar için 6831 sayılı Kanuna tabi alanların kullanılması zaruri olduğu takdirde, başka yerlerde en az bu alanlar kadar alanın ağaçlandırılması, 3573 sayılı Kanuna tabi alanların kullanılması zaruri olduğu takdirde de, başka yerlerde en az bu alanlar kadar alanın zeytinlik alan hâline getirilmesi mecburidir.”

Anayasa’nın 43. maddesinde “kıyılar”; 44. maddesinde “toprak”; 45. maddesinde “tarım arazileri ile çayır ve meralar”; 63. maddesinde “tarih, kültür ve tabiat varlıkları”; 169. maddesinde “ormanlar” yönünden güvenceler öngörülmüştür. Ayrıca Anayasa’nın 56. maddesinde “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı” düzenlenmiştir.

Devlete verilen bu görevlerin, Anayasa’da güvence altına alınan yerlere ilişkin özel kanunlarla da yaşama geçirileceğinde kuşku bulunmamaktadır. Dava konusu kuralın (ç) ve (d) bentleri dışındaki bentlerinde sayılan kanunlar bu kapsamdadır.

Anayasa’nın yukarıda belirtilen maddelerinde ifadesini bulan ödevlerin somut tedbirlerle nasıl yerine getirileceği şüphesiz kanun koyucunun takdirindedir. Bu anlamda kanun koyucu dava konusu kuralda sayılan kanunlar ile sayılmayan diğer kanunların hükümleriyle bağlı değildir. Bununla birlikte söz konusu ödevlerin ne şekilde yerine getireceğine ilişkin yeni bir kanuni düzenleme yapılmaksızın idarenin Kanun’u uygularken anılan kanunlardaki kısıtlamaların dışında tutulması, Anayasa’nın sözü edilen maddelerinde öngörülen koruma ödevleriyle bağdaşmaz.

Dava konusu kuralda, “Ancak, bu Kanunun öngördüğü uygulamalar sırasında, bahsedilen kanunların amaçları ayrıca gözetilir. Uygulamalar için 6831 sayılı Kanuna tabi alanların kullanılması zaruri olduğu takdirde, başka yerlerde en az bu alanlar kadar alanın ağaçlandırılması, 3573 sayılı Kanuna tabi alanların kullanılması zaruri olduğu takdirde de, başka yerlerde en az bu alanlar kadar alanın zeytinlik alan hâline getirilmesi mecburidir.” denilmiş olması da bu durumu değiştirmemektedir. Çünkü anılan hüküm, Anayasa’da koruma altına alınan yerlerin anayasal güvenceler dikkate alınarak ne şekilde kullanılacağına ilişkin usul ve esasları değil, idarenin takdirine bağlı olarak gerçekleşecek kullanımın sonuçlarının nasıl giderileceğini düzenlemektedir. Kaldı ki kullanımın sonuçlarının giderilmesi de kural kapsamına giren ve anayasal koruma altında bulunan tüm yerlere ilişkin değildir.

Diğer taraftan dava konusu kuralın (ç) bendinde yer alan 189 sayılı Kanunla, milli savunma ihtiyaçları için anılan Kanun’un neşri tarihine kadar gerek muhtelif kanunlara ve 3887 sayılı Kanun’a göre iktisap edilen, gerekse tahsisli ve tahsissiz olarak işgal edilmek suretiyle kullanılan devlete ait gayrimenkullerden hizmet için lüzumu kalmayanların Milli Savunma Bakanlığı ile mutabık kalınarak tahsislerinin kaldırılması ve satılmasına ilişkin usul ve esaslar; (d) bendinde yer alan 2565 sayılı Kanunla ise yurt savunması bakımından hayati önemi haiz askeri tesisler ve bölgeler ile sınırların, güvenlik ve gizliliğini sağlamak için bunların çevrelerinde, kıyılarında ve havalarında; kara, deniz ve hava askeri yasak bölgelerinin, yurt savunması veya yurt ekonomisine önemli ölçüde katkıda bulunan veya kısmen dahi tahripleri veya devamlı olarak ya da geçici bir zaman için faaliyetten alıkonulmaları halinde milli güvenlik veya toplum hayatı bakımından olumsuz sonuçlar doğurabilecek diğer askeri tesis ve bölgeler ile kamu veya özel kuruluşlara ait her türlü yer ve tesislerin etrafında güvenlik bölgelerinin kurulması, kaldırılması ve gerektiğinde genişletilmesine ilişkin usul ve esaslar düzenlenmektedir.

Anılan kanunların düzenleme alanı doğrudan Anayasa’da koruma altına alınan yerlerle ilgili değilse de burada da sınırları kanunla çizilmeyen belirsiz bir alanda yürütme organına uygulama yetkisi verilmektedir. Bu durum, hukuk devletinin bir gereği olan “belirlilik” ilkesiyle bağdaşmaz.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 5., 43., 44., 45., 56., 63. ve 169. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.

Kaynakça

Özbudun, Ergun (2001), Türk Anayasa Hukuku, 12. Baskı, Yetkin Yayınları, Ankara, 2001

  Metin, Yüksel (2002), Ölçülülük İlkesi- Karşılaştırmalı Bir Anayasa Hukuku İncelemesi, Ankara, 2002

 

[1] Özbudun, Ergun (2001), Türk Anayasa Hukuku, 12. Baskı, Yetkin Yayınları, Ankara, 2001, s: 114

[2] Metin, Yüksel (2002), Ölçülülük İlkesi- Karşılaştırmalı Bir Anayasa Hukuku İncelemesi, Ankara, 2002, s: 88