1. Anasayfa
  2. Gayrimenkul Makaleleri

İslam Hukuku ve Osmanlı’da Uygulanan Şer’i ve Örfi Vergiler


İslam ve Osmanlı hukukunda mülkiyet hakkına getirilen önemli kısıtlamalardan birisi de vergilerdir. İslam hukukunda vergileri şer’i vergiler ve örfi vergiler olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür.  

Vergiler konusunda İslam hukukunda yaşanan şer’i/örfi vergi ayrımı ve uygulaması Osmanlı hukukunda da yaşanmıştır (Kazıcı, 1986: 288; Küçük, 2007: 27). Bir yandan şer’i vergiler uygulanırken bir yandan da padişahların vergilendirme yetkisi söz konusu olmuştur. Bu bağlamda padişahlar devletin vergi politikasını belirlerken kendilerini şer’i vergilerle bağlı görmemişler ve vergilendirme yetkilerini istedikleri gibi kullanmışlardır (Tavşancı, 2009: 902).

Şeri Vergi Ne Demek?

Şer’i vergiler kaynağını İslam hukukunun temel kaynaklarından (Kur’an-ı Kerim, sünnet, icma ve kıyas) alan vergilerdir. Örneğin aşarın kaynağı olarak En’am Suresi’nin “Ve hasat günü, onun hakkını verin” hükmünü ihtiva eden 141. ayeti ile Bakara Suresi’nin “Ey inananlar, kazandıklarınızın ve topraktan sizin için çıkardıklarımızın en iyilerinden infak edin (harcayın). İstemeye istemeye kabul edebileceğiniz kadar kötü kısımlarını vermeyi sakın aklınızdan geçirmeyin” hükmünü ihtiva eden 267-268. ayetleri gösterilmektedir.

Keza cizyenin kaynağı Tevbe Suresi’nin 29. ayeti ile sünnetdir. “Cizye ayeti” olarak bilinen bu ayet şu hükmü ihtiva etmektedir: “Kendilerine Kitap verildiği halde, Allah’a ve hesap gününe inanmayanlar üzerine savaş açın, ta ki, kendi elleriyle cizyeyi teslimiyetle ödeyinceye kadar”.

Bu vergiler temel olarak Müslümanlar için zekat ve öşür, gayrimüslimler için haraç ve cizye olmak üzere dört tanedir. 

Osmanlı Devleti’ndeki Şeri Vergiler

İslam hukukunda uygulanan şer’i vergiler Osmanlı hukukunda da uygulanmıştır. Şer’i vergilerden zekat Osmanlı İmparatorluğunda bir vergi olarak devlet tarafından toplanmamıştır, ancak bazı hayvanlar ve ticaret malları üzerinden vergi alınmıştır.

Öşür ise en yaygın olarak uygulanan vergilerdendir. Osmanlı uygulamasında dere ve nehir suyu ile sulanabilen araziden öşür (1/10), bu şekilde sulanamayan araziden ise yarım öşür (1/20) oranında vergi alınmıştır. Verginin mükellefi müslümanlardır. Bu verginin büyük bir kısmı tımar sistemi kapsamında kendilerine arazi tevcih edilen sipahi tarafından toplanmıştır.

Gayrimüslimlerden ise haraç ve cizye alınmaktaydı. Haraç, gayrimüslimlerin sahip oldukları arazi üzerinden alınan bir vergidir. Arazi Kanunnamesi’nin ikinci maddesinin ikinci fıkrasına (Fıkra metni şu şekildedir: “Haraç arazi iki kısımdır. Bir kısmı haracı mukasemedir ki arazinin hasılatından yerin tahammülüne göre öşürden nısfa kadar alınmak üzere tayin olunmuş olan şeydir. Diğer haracı muvazzaftır ki arazi üzerine maktuiyet veçhile tavzif ve tayin olunmuş miktarı muayyen akçedir.”) göre haraç iki kısma ayrılmaktadır. Bunlardan harac-ı muvazzaf arazi üzerine konan maktu bir vergidir. Arazi ekilse de ekilmese de alınır. Buna karşılık harac-ı mukaseme araziden elde edilen ürünün belirli bir oranının vergi olarak alınmasıdır. Bu verginin alınabilmesi için ürün elde edilmiş olması gerekir. Verginin oranı öşürden (onda birden) nısfa (yarıya) kadardır. Cizye ise gayrimüslimlere tanınan muafiyet ve koruma karşılığında alınan baş vergisidir.

Şeri Vergiler Nelerdir?

Osmanlıda şeri vergiler kapsamında müslümanlar servetleri üzerinden zekat, topraktan elde ettiği ürünler üzerinden de aşar ödemek zorundaydılar. Gayrimüslimler ise cizye ve haraç ödemekle yükümlüdürler.

Zekat

İslami terminolojide zekat “zengin sayılan müslümanların, mallarının belli bir bölümünü, karşılıksız olarak, dinen belirlenmiş olan yardıma muhtaç kimselere vermeleri” olarak tanımlanmaktadır (Dalgın, 2004: 43). Zekat müslümanların sahip oldukları mallardan alınan bir vergidir.

İslam’ın beş şartından biri olan zekatla ilgili olarak Kur’an-ı Kerimde pek çok ayet yer almıştır. Örneğin A’raf Suresi’nin 156. ayetinde “Buyurdu ki: Azabıma, kimi dilersen onu uğratırım; rahmetim ise her şeyi kapsamıştır. İleride onu özellikle, kötülükten sakınanlara, zekatını verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım” hükmü; Meryem Suresi’nin 31. ayetinde “Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı emretti.” hükmü; Müminun Suresi’nin 4. ayetinde “Onlar ki, zekat vermek için çalışırlar”. hükmü; Rûm Suresi’nin 37-39. ayetlerinde ise “Görmediler mi ki Allah, rızkı dilediğine bol bol vermekte, dilediğininkini de daraltmaktadır. Şüphesiz imanlı bir kavim için bunda ibretler vardır. O halde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğimiz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekata gelince, işte zekatı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır.” hükümleri yer almaktadır.

İslam uygulamasında zekat bizzat devlet tarafından toplanan bir vergi niteliğindedir. Beytülmal gelirleri içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Bundan dolayı İslam uygulamasında vergi mülkiyet hakkına, devletin doğrudan bir müdahalesi niteliğindedir.

Buna karşılık Osmanlı uygulamasında zekat devlet tarafından toplanmamıştır. Zekatın mükellefi, hür müslümanlardır.

Hanefi hukukçular bir kişinin zekat mükellefi olabilmesi için temyiz kudretine sahip ve reşit olması gerektiğini ileri sürmüşlerse de çoğunluk bu görüşü kabul etmemiştir (Dalgın, 2004: 43). Oranı ise malın niteliğine göre değişmekle birlikte 1/5 ile 1/40 arasında değişmektedir.

Zekat konusunda önemli bir husus da bu gelirlerin harcama yerlerinin bizzat Kur’an-ı Kerim tarafından gösterilmiş olmasıdır.

Ancak başta Ebu Hanife olmak üzere Hanefi hukukçular devlet başkanının zekat gelirlerinin harcama yerlerini tespit etme konusunda takdir yetkisi bulunduğunu savunmuşlardır (Yeniçeri, 1986: 261). Hanbeliler ise zekat gelirlerinin dağıtım yerleri açısından Hazine’nin sadece bir emanetçi olduğunu, bu gelirlerin Kur’an-ı Kerim tarafından gösterilen yerlere sarf edilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir.

Öşür

Öşür toprak mahsullerinden alınmaktadır. Aslında öşür de zekat niteliğindedir. Öşür kelimesi Arapça onda bir anlamına gelen uşr kökünden gelmektedir.

Kazıcı’ya göre En’am Suresinde geçen ifade öşür anlamında kullanılmıştır (Kazıcı, 1977: 32). Yine Hz. Muhammed bir hadisinde “Yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprakta uşr (1/10), kova (el-emeği) ile sulananlarda nısf uşr (1/20 nisbetinde zekat) vardır” buyurmuşlardır (Erkal, 2007: 9).

Öşür, toprak veya arazi şeklindeki servetin iradı üzerinden alınır. Dolayısıyla öşürü bugünkü anlamda gelir üzerinden alınan vergilere benzetmek mümkündür.

Öşrün bazı şartları vardır: Bunlardan birincisi mükellefin müslüman olmasıdır. İkinci olarak vergiye konu mahsulün elde edildiği arazinin arazi-i öşriyye olması, bir başka ifadeyle öşre tabi arazi olması gerekir. Bir diğer şart ürünün elde edilmesidir. Topraktan ürün elde edilmediği sürece öşür söz konusu değildir. Diğeri ise mükellefin ürünün maliki olmasıdır. Bir başka ifadeyle öşür, araziye malik olsun ya da olmasın mahsulün malikinden alınır (Erkal, 2007: 12).

Öşür alınabilmesi için ürünün belli bir orana (nisaba) gelmesi gerekip gerekmediği konusunda görüş ayrılığı söz konusudur. Ebu Hanife, nisaba gerek bulunmadığını ifade ederken (Yeniçeri, 1986: 259),

İmam Ebu Yusuf ve Muhammed ise, bu miktarın beş veskten az olmaması gerektiğini ifade etmiştir (Kallek, 1997: 10). İmam Ebu Yusuf ve Muhammed, Hz. Muhammed’in “Beş veske ulaşmayan şeylerde zekat yoktur” şeklindeki hadisine dayanmışlardır (Yeniçeri, 1986: 259). Ayrıca İmam Ebu Yusuf ve Muhammed insanların elinde bir yıl bekleyecek kadar dayanıklı olmayan sebze gibi ürünlerden öşür alınmayacağını vurgularken, Ebu Hanife bunların da öşre tabi olduğunu ifade etmiştir.

Cizye

Cizye “kâfi gelmek; karşılığını vermek, hakkını ödemek, tazminat ya da bedel olarak bir şey ödemek, birine yapılan iyiliklere karsı iyilik yapanı mükâfatlandırmak” gibi manalara gelen ‘ceza’ fiilinden türemiş bir isimdir (Şen, 2010: 104).

Cizye İslam devleti ile gayrimüslimler arasında yapılan zimmet anlaşması sonucu gayrimüslimlere sağlanan statü, muafiyet (askerlik gibi) ve koruma karşılığında gayrimüslimlerden alınan vergilerdir.

Hz. Muhammed tarafından gayrimüslimlerle yapılan zimmet anlaşmalarında da cizyeye ilişkin hükümler yer almıştır. Hz. Muhammed Hicri 9. yıldan önceki dönemde Heraklius’a gönderdiği mektupta “İslam’a girmezsen, cizye ver. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurur: ‘Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini kabul etmeyenlere kendi elleriyle ve boyun eğerek cizye verinceye kadar savaşın’. Aksi halde, çiftçiler (halk) ile İslam’ın arasına girme ki Müslüman olsunlar ya da cizye versinler.” ifadesini kullanmıştır (Ünalan ve Öztürk, 2007: 19; Tuğ, 1963: 45).

Hz. Muhammed Necranlı hristiyanlara yazdığı mektupta onları Müslümanlığa davet etmiş, daveti kabul etmezlerse cizye ödemelerini istemiştir.

Cizye gayrimüslimlerle yapılan zimmet anlaşmaları gereği alınmaktaydı (Güner, 2006: 64). Ancak cizyenin ne karşılığı ödendiği konusunda da mezhepler arasında görüş ayrılığı söz konusudur.

Mâlikî fakihler cizyeyi, gayrimüslimlerin öldürülmemiş olmalarının bir karşılığı olarak görürken; Şâfiî ve Hanbelîler hem öldürülmemelerinin, hem de İslam topraklarında yaşamalarının karşılığı saymakta; Hanefîler ise cizyenin gayrimüslimlerin hem canlarının ve mallarının korunmasının bir karşılığı ve hem de bir vatandaş olarak yaşadıkları İslam ülkesine yardım etme yükümlülüklerinin bir gereği olarak ödendiğini savunmaktadırlar (Güner, 2006: 67).

Cizyenin konusu hür insandır, bundan dolayı cizye baş vergisi olarak da adlandırılmaktadır. Bir gayrimüslimin cizye mükellefi olabilmesi için şu şartları taşıması gerekir (Kazıcı, 1977: 37):

Hür olmak, akıllı olmak, erkek olmak, sıhhatli ve sağlam olmak, çok fakir olmamak, çalışamayacak kadar ihtiyar olmamak, halk arasına karışıp çalışan rahip olmak. Bundan dolayı kadınlar, askerlik çağına gelmemiş erkekler, yaşlı, hasta ve sakat erkekler, rahipler ve keşişler cizyeden muaftırlar (Güner, 2006: 69).

Haraç

Haraç ise, müslümanlardaki aşara benzer şekilde, gayrimüslimlerden, topraktan elde edilen ürün üzerinden alınırdı. Yani haraç “gayrimüslimlerden alınan toprak vergisi” anlamına gelmektedir.

Aslında haraçla ilgili olarak Kur’an’da açık bir ifadeye rastlanmamaktadır. Uygulama dayanağını sünnetten almaktadır. Hz. Muhammed gayrimüslimlerle yaptığı anlaşmalarda gayrimüslimlerin araziden elde ettiği ürünün belirli bir kısmını İslam devletine vergi olarak vermesi konusunda hükümler yer almıştır.

Haraç ikiye ayrılmaktadır. Harac-ı muvazzaf toprağın cinsine, sulanabilirlik durumuna ve toprağa mutat olarak ekilen ürüne göre belirlenen ve sabit oranda alınan vergidir. Arazi ekilse de edilmese de mükellefi bu vergiyi ödemekle yükümlüdür.

Buna karşılık bir yıl içinde birden fazla ürün alınması da verginin artmasına neden olmaz. Harac-ı mukasseme ise elde edilen hasılat üzerinden onda birden yarıya kadar alınan bir vergidir. Bu verginin ödenmesi için araziden hasılat elde edilmesi şarttır. Buna karşılık bir yılda birden fazla ürün elde edilirse vergi her ürün üzerinde ayrı ayrı alınır.

Örfi Vergi Ne Demek? Örfi Vergiler Nelerdir?

Örfi vergiler ise haklarında temel kaynaklarda hüküm bulunmamakla birlikte devlet başkanının idari maslahat gereği koyduğu vergilerdir. Sıddıkî, örfi vergilerin ancak savaş gibi olağanüstü durumlarda konulabileceğine, bu durumun ortadan kalkması halinde verginin de kaldırılması gerektiğini vurgulamaktadır.

Sıddıkî bu konuda şu yorumu yapmaktadır: “İslam’ın mali sistemi, şer’i vergiler bakımından çok serttir. Fakat şartların haklı kıldığı ve olağanüstü durumları karşılamak üzere geçici bir tedbir olarak konulmaları şartıyla, yeni vergiler konulması bakımından çok elastiktir. Ne var ki, fevkalade durum geçer geçmez, bu vergiler kaldırılmalıdır.” (Sıddıkî, 1968: 45).

Ancak uygulamada şer’i vergilerin yanı sıra örfi vergilerin de varlığını sürdürdüğü bilinen bir gerçektir. Örneğin gerek müslümanlar, gerek zimmiler ve gerekse harbiler (İslam ülkesinin dışında yaşayan gayrimüslimler), ticaret mallarından dolayı (farklı oranlarda da olsa) vergi ödemekle yükümlüydüler (Fayda, 1981: 170).

Bu vergi Hz. Muhammed zamanında uygulanmamaktaydı, ilk defa Hz. Ömer zamanında uygulanmaya başlanmıştır. Ticaret mallarından alınan bu verginin oranı harbiler için onda bir, zimmîler için yirmide bir ve müslümanlar içinse kırkta bir olarak uygulanmıştır (Fayda, 1981: 175). Bu vergi yılda bir kez alınmıştır. Fakat zimmîlerle yapılan anlaşmaların bazılarında bunların ticaret malları vergisinden muaf olduklarına dair hükümler yer almıştır.

Osmanlıda Örfi Vergiler

Şer’i vergilerin yanı sıra Osmanlı hukukunda örfi vergiler de söz konusu olmuştur. Örfi vergilere imdadiye-i seferiye, imdadiye-i hazeriyye, avarız akçesi, bedel-i nüzül, zahire baha, kürekçi bedeli, kaftan baha, menzil malı gibi vergiler örnek olarak verilebilir.

Örfi vergilerin konulmasının temel sebebi, sürekli olarak devam eden savaşların getirdiği finansman ihtiyacıdır. Ancak örfi vergilerin sadece savaş finansmanı gerekçesiyle alındığı düşünülmemelidir. Örneğin avarız akçesi, olağan üstü durumlarla karşılaşıldığında, bu durumun gerektirdiği harcamalar için toplanmıştır. İmdadiye-i seferiye vergisi, savaşın gerektirdiği bu ihtiyaçların karşılanması amacıyla 16. yüzyılın başlarından itibaren uygulanmaya başlanmıştır (Kazıcı, 1986: 289).

Üstelik imdadiye-i hazariye de savaşlara hazırlık amacıyla barış zamanında toplanmıştır. Zamanla bu vergilerin hem kapsamı genişlemiş, hem de sayıları artmıştır.

İslam Hukuku ve Osmanlı’da Uygulanan Şer’i ve Örfi Vergiler
İslam Hukuku ve Osmanlı’da Uygulanan Şer’i ve Örfi Vergiler