İçindekiler
Mülkiyetin kaynağı konusunda İslam hukukunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bu yazımızda bu görüşleri açıklayacağız.
İslam Hukukunda Mülkiyetin Kaynağı Olarak Emek
Bunlardan en önemlilerinden biri mülkiyeti emekle açıklayan görüştür. Bu görüş insan hayatı ve mülk edinme açısından emeğin önemine büyük vurgu yapmıştır. Buna göre insanların emek vermeden mülkiyet kazanması mümkün olmadığı gibi, emeğiyle orantısız şekilde mülk edinmesi de mümkün değildir.
Bu görüşü savunanların başında İmam Şafi gelmektedir. İmam Şafi, Locke’den yüzyıllar önce özel mülkiyetin temelinde insan emeği olduğunu belirterek mülkiyet ile emek arasında doğrudan bir ilişki kurmuştur (Hacak, 2005: 112).
Tabii haklar teorisinin ilk öncülerinden biri olan Locke mülkiyet hakkına özel bir önem atfetmektedir. Locke, başlıca haklar arasında saydığı mülkiyet hakkının korunmasını devletin başlıca görevleri arasında görmektedir. Locke egemenliği de mülkiyete dayandırmış ve egemenliği “mülk sahiplerinin mülk sahiplerine verdiği yetki” şeklinde tanımlamıştır. Amerikan ve Fransız Bildirilerinin esin kaynağını oluşturduğu söylenebilecek Locke; insanın doğal haklarından yasam, özgürlük ve mülkiyet hakkının kendisinde kaldığını, bu haklarını korumak için sahip olduğu cezalandırma hakkını siyasal topluma devrettiğini ifade eder. Locke mülkiyeti ifade etmek için mülkiyetin yanı sıra yaşam ve özgürlüğü de içeren geniş bir anlama sahip olan “property” kelimesi ile dar anlamda mülkiyeti ifade eden “estate” kelimelerini kullanmıştır.
İslam düşünürlerinden İbn-i Haldun da emek-mülkiyet ilişkisini gözler önüne sermiştir. Ona göre her kazanç ve mal, kuvvet ve emek harcamakla elde edilir. Çünkü kazanç, hüner ve sanayi aracılığı ile elde edilirse, bu kazancın emek harcamayı gerektirdiği bellidir. Hayvanlardan, bitkilerden ve madenlerden faydalanma yoluyla kazanç sağlanırsa, bunun da insan gücüyle ve emek sarf etmekle olacağı meydandadır. Emek harcanmadan bir şey elde edilemez ve faydalanmak imkânı ortaya çıkmaz (Güriz, 1969: 64).
İbn-i Haldun’un mülkiyetle emek arasında ilişki kuran görüşü temelde sosyalist bir nitelik taşımaktadır. İbn-i Haldun, her şeyin Allah’ın malı olduğunu, bu malların da kişiler arasında ortak olduğunu ifade etmiştir. Ona göre “Tanrı, kişileri yeryüzünde kendisinin halifesi yaparak onlara bütün âlemden ve âlemdeki her varlıktan faydalanmak kudretini vermiştir. Kişilerin elleri bu varlıklara uzanmış haldedir, varlıklar, kişiler arasında ortaktır, herkes onlardan kudreti oranında yararlanacaktır” (Güriz, 1969: 63).
Bununla birlikte bu şeylerden kişilerin birbirleriyle yardımlaşarak faydalanmaları nasıl gerekliyse, herkesin kendi malına kendisinin sahip olması da ayni şekilde gereklidir. İbn-i Haldun, her şeyin sahibinin Allah olduğunu ve insanların onun mallarını kullanan birer emanetçi olduklarını kabul etmekle birlikte, insanın bu malları kullanması için emek harcaması gerektiğini ileri sürmektedir. İnsan, geçimini sağlamak ve kazanç elde etmek için çalışmak ve emek harcamak zorundadır.
Ancak İbn-i Haldun’un özel mülkiyeti de benimsediği ve mülkiyet hakkı bir kez kazanıldıktan sonra onun korunmasını tercih ettiği de açıktır (Güriz, 1969: 66). Ona göre kişi bir kez mülkiyeti elde ettiğinde onun üzerinde mülkiyet hakkının sağladığı tüm haklara sahip olur, başkaları ancak karşılığını vererek bu mülkten yararlanabilirler (Hacak, 2005: 112).
Üstelik İbn-i Haldun, emek sarf ederek elde edilen mülkiyete, devletin müdahale etmesini de doğru bulmamaktadır. Ona göre kişilerin emek vererek kazandıkları malların zorla ellerinden alınması, onların mal ve servet kazanmak hususundaki emel ve ümitlerini kırar. Çünkü malları ellerinden alınanlar, mallarının sonunda yağma yoluyla alınacağını bildikleri için, para kazanmak ve servet elde etmek üzere yaptıkları çalışmayı bırakırlar. İnsanlar zulmün derece ve genişliği oranında para kazanmaktan ve çalışmaktan elini çeker. Zulüm büyük oranda olup, bütün meslek ve sınıf mensupları onun etkisinde ise, emel ve ümitler kırıldığı için, çalışmaktan ve para kazanmaktan el çekiş de o oranda büyük ve genel olur. Zulüm az ölçüde yapılırsa, işten el çekme de o oranda az olur. İnsanlar kazanç temini için çalışmaktan çekinir ve çalışmalar azalırsa bayındırlık durur, pazarlarda durgunluk başlar, ekonomik durum altüst olur (Güriz, 1969: 65).
İbn-i Haldun, mülkiyetin insanlara sadece bazı haklar sağlamadığını, aynı zamanda bazı ödevler de yüklediğini belirterek kendisinden yüzyıllar sonra ortaya çıkan sosyal mülkiyet teorisinin ilk tohumlarını atmıştır. İbn-i Haldun, malikin haklarına dokunulmaması gerektiğini ileri sürmekle beraber mülkiyet hakkının sınırsız olmadığını ve malikin de bazı sosyal sorumlulukları olduğunu kabul etmektedir.
Mülkiyeti emekle açıklayan bir diğer hukukçu Muhammed Bâkır es-Sadr’dır. Sadr, İktisâdunâ isimli eserinde mülkiyeti emekle açıklamakta ve mülkiyetin temelinin emek olduğunu, kişilerin eşya üzerindeki emekleri devam ettiği sürece mülkiyet hakkına sahip olduklarını vurgulamaktadır. Buna göre bir nesnenin oluşturulmasında, yetiştirilmesinde ya da meydana getirilmesinde emeği olan kişi onun maliki olur. Bu anlamda kişiler denizden çıkarılan ürünler, işleme sonucu ortaya çıkan eşyalar gibi kişinin emeği sonucu ortaya çıkan mülk üzerinde tam bir mülkiyet hakkına sahiptirler (Çalış, 2002: 147).
Mülkiyeti emekle açıklayan bu görüşlerin oldukça tutarlı olduğu açıktır. Ancak bu görüşleri incelerken şu hususu da belirtmek yerinde olacaktır: Bir malın kazanılmasının (bir başka ifadeyle mülkiyetin) emek ile açıklanması, oluşmasında insan emeğinin bulunmadığı her şeyi özel mülkiyet dışında bırakır.
Bu yüzden bazı İslam hukukçuları, oluşmasında insan emeği bulunmayan toprağın özel mülkiyet konusu olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Örneğin Sadr, kişinin emeği ile mülkiyete sahip olmasının, yalnızca oluşumunda insan emeğinin olduğu nesneler üzerinde söz konusu olduğunu; bir nesnenin oluşumunda insan emeği söz konusu ise o nesne özel mülkiyete konu olabileceğini, nesnenin oluşumunda insan emeği yoksa o nesne özel mülkiyete konu olamayacağını ifade etmiştir. Talegani de aynı görüştedir (Talegani, 1989).
Sözleşme Teorisi
Hanefi hukukçulardan bir kısmı ise mülkiyeti Allah ile kul arasında yapıldığı farz edilen bir sözleşme ile açıklamaya çalışmışlardır. Bu yaklaşıma göre insan doğuştan gelen temel haklara sahiptir. Bu hakların kaynağı ise Allah ile kullar arasında yapılan bir sözleşme olarak açıklanmıştır.
Buna göre Allah’ın, insanları yaratıp akıl verdikten sonra ona, emanet olarak nitelendirdiği birtakım ödev ve yükümlülüklerden oluşan “Allah haklarını” yüklemeyi teklif etmesi ve insanın da bu emaneti yüklenmeyi kabul etmesi, kul ile yaratıcı arasında bir sözleşme olarak değerlendirilmiştir (Hacak, 2005: 108).
Ruhlar âleminde yapıldığı varsayılan bu sözleşmede Allah kullarına teklifte bulunmuş, onlar da kabul etmiş ve böylece insan nesli bu sözleşmenin sonucu olarak basta akıl olmak üzere, hürriyet ve mülkiyet gibi haklara kavuşmuştur (Kayıklık, 2007: 9). Bu sözleşme bir yandan insan üzerinde Allah haklarının, bir yandan da mülkiyet, hürriyet, can dokunulmazlığı gibi temel insan haklarının kaynağı olarak değerlendirilir.
Debusi, Takvimu’l Edille isimli kitabında bu konuda şu yorumu yapmıştır (Aktaran Hacak, 2005: 109): “Zimmet kelimesi sözlükte sözleşme (ahit) demektir. Allah insanı emanetini koyacağı yer olarak yarattığında onu akıl ve zimmet ile şereflendirdi. Bu ikisi (akıl ve zimmet) sayesinde insan haklara ve yükümlülüklere ehil olmuş ve Allah’ın haklarını yüklenmesiyle de, can vb. dokunulmazlığı hakkı, hürriyet ve mülkiyet hakkına sahip ve Allah’ın emanet olarak nitelediği, Allah hakları ile de yükümlü olmuştur. Bizim kâfirlerle ahit (sözleşme) yapmamız sonucu ülkemize girmeleri konusunda, onlara zimmet verdiğimizde dünya ahkamı açısından müslümanların hak ve yükümlülüklerine sahip olmaları gibi. İnsanoğlu bu şekilde haklarına kaynaklık eden bu ahit ve zimmet olmadan var olmaz, yaratılmaz. İnsanoğlu hukuk düzeninin yükümlülüklerine ehil ve hür, temel haklarına sahip olmadan yaratılmaz. İşte insan için bütün bu şeref, zimmeti ve Allah haklarını yüklenmesi sebebine bağlı olarak doğmuştur.”
Bu yaklaşım insanın doğuştan gelen temel haklara sahip olduğunu kabul etmesi bakımından tabii haklar teorisine benzemektedir. Ancak arada ciddi bir fark söz konusudur. Tabii haklar teorisinde insan yaratıldığı anda, doğuştan gelen haklara sahiptir. Oysa ki sözleşme yaklaşımında insan ilk yaratıldığı anda haklara sahip değildir, bu haklara ancak sözleşmenin yapılması ile kavuşabilmektedir (Hacak, 2005: 112).
İslam Hukukunda Mülkiyetin Kaynağı Olarak İnsan Tabiatı
Mülkiyetin kaynağını (tabii haklar teorisine çok benzer şekilde) insan tabiatı ile açıklayan yazarlar da söz konusudur. Bu yazarlara göre her insanda yaratılıştan gelen sahip olma, onda tekelci bir şekilde tasarrufta bulunma gibi özellikler söz konusudur (Çalış, 2004/a: 60).
Örneğin Menna El Kattan mülkiyet aşkının insan fıtratında mevcut olduğunu ve fıtrat dini olan İslam’ın, insanın başkasına kötülük yapmaması için mülkiyete olan bu aşkını hoş gördüğünü vurgulamaktadır (Kattan, 1967: 21). Yazara göre mülkiyet aşkı insan kişiliğinin asli bir hissidir. İslamiyet ise bu aşkı hoş görmekte ve insanın mülkiyet edinmesine izin vermektedir. Mahmud Talegani de aynı görüştedir (Talegani, 1989: 173). Yazara göre mülkiyet isteği, fıtri özellikler ile yakından bağlantılıdır.
İnsan Hırsı
Bu görüşlere yakın bir şekilde, mülkiyeti insan hırsı ile açıklayan görüşler de söz konusu olmuştur. Hatta Hanefi hukuk düşüncesinde mülkiyetin temel sebebi, insanların hırslarıdır. Bu düşünceye göre mülkiyet konusu şey ile kişi arasında başlangıçta kurulan ve aslı ilke olan ilişki, zilyetliktir. Bir başka ifadeyle zilyetlik kişi ile eşya arasındaki ilişkiyi kurmak için yeterlidir (Hacak, 2005: 111). Ancak insanların açgözlü olmaları ve birbirlerinin mülklerine saldırmaları nedeniyle zilyetlikten daha kuvvetli bir ilişkiye ihtiyaç duyulmuş ve mülkiyet kurumu ortaya çıkmıştır. Buna göre özel mülkiyetin temel nedeni, insanlardaki mülkiyet hırsı ve insanların tüm mallara ortaklaşa sahip olması durumunda kargaşa ve sosyal huzursuzluklar çıkacak olmasıdır.
Farklı mezhepten pek çok fakih özel mülkiyetin söz konusu olmadığı durumda bunun çatışmalara neden olacağını vurgulamışlardır. Bundan dolayı tüm mallar üzerinde ibaha tarzı ortaklaşa bir mülkiyetin kurulması söz konusu değildir.
Maturidi bu konuda şunları söylemektedir: “Ayrıca aklen de tüm eşyanın ibâha üzere olması kabul edilemez. Zira böyle bir durum yaratılanların fesat ve kargaşası ve yokluğa sürüklenmesi anlamına gelir. Bundan dolayı şâri her insan için kendi kesbiyle doğacak özel mülkiyet yolunu göstermiş ve bu şekilde insanların kargaşa ve yokluğa sürüklenmelerini engellemiştir” (Aktaran: Hacak, 2005: 110). Benzer görüşler Karafi tarafından da savunulmuştur.
Pozitif İslam Hukukunda Mülkiyetin Kaynağı
Mülkiyetin kaynağı konusundaki bu farklı görüşlere rağmen pozitif İslam hukukunda mülkiyetin eşyanın tabiatında mevcut bir hak değil, hukuk düzeninin malike verdiği izinle doğan bir hak olduğu kabul edilmiştir. Bu anlamda mülkiyet, eşyada aslî bir unsur değil, hukuk düzeninin hakkını kabul edip etmemesine bağlı izafi bir unsurdur (Çalış, 2003: 197).
Mülkiyetin varlığı ya da yokluğu, o şeyin faydalı ya da faydasız oluşuna değil, hukuk düzeninin kabulüne bağlıdır (Nebhani, 1999: 98). Hukuk düzeninin kabul ettiği şeyler mülk olabilir, bunun dışındakiler mülk olamaz (Dalgın, 1999: 103). Mülkiyet kanun koyucunun, malın kendisinden yaralanmakla ilgili izni sayesinde mümkün olmaktadır; dolayısıyla mülkiyet, ancak kanun koyucunun şeyler hakkında izin vermesi ile gerçekleşebilir (Nebhani, 1999: 98).
Hadid Suresinin 7. ayetinde yer alan “Allah’a ve Resûlü’ne iman edin. Sizi, üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı şeylerden harcayın” şeklindeki hüküm de mülkiyet hakkının, şeriatın verdiği bir izin olduğunu göstermektedir.
Bundan dolayı faiz, rüşvet, hırsızlık gibi hukuk düzenince gayrimeşru kabul edilen yollarla mülkiyetin kazanılması mümkün olmadığı gibi kan, leş, domuz gibi hukuk düzenince necis (kirli) sayılan şeyler üzerinde de mülkiyet kurulması mümkün değildir. Bunun için kanun koyucu bazı malların mülk olabilmesine izin verirken, bir kısmının da mülk edinilmelerini yasaklamıştır.
Nebhani bu konuda şunları ifade etmektedir (Nebhani, 1999: 98 – 99): “Buna göre mülkiyet; Şar’î’nin, malın kendisinden faydalanmakla alâkalı izni olmaktadır. Dolayısıyla mülkiyet, ancak Şar’î’nin şeyler hakkında sebepler göstermesi veya izin vermesi ile gerçekleşebilir. O halde mal üzerindeki mülkiyet hakkı malın bizzat kendisinden ve tabiatından yani faydalı veya faydasız oluşundan gelmemektedir. O, ancak Şar’î’nin izninden ve onu, malın mülk edinilmesini serbest kılan bir sebep yapmasından gelmektedir. Bunun için Şar’î bazı malların mülk olabilmesine izin verirken, bir kısmının da mülk edinilmelerini yasaklamıştır. Yine bazı ticarî akitleri, domuz ve içkinin mülkiyetini Müslümanlara yasakladığı gibi İslâmî Devlet’in tebaasından herhangi biri için faiz ve kumar gelirlerinin mülkiyetini de yasaklamıştır. Faizi yasaklarken alışı-verişi serbest bırakmış, “inan” şirketine izin verirken kooperatif teşekküllerini, Anonim şirketleri, sigorta ve sigorta şirketlerini ise yasaklamıştır.”
Hanefiler, ancak hukuk düzeni tarafından meşru kabul edilen şeylerin mülkiyet konusu olabileceğini ifade etmek üzere mütekavvim mal kavramını kullanmışlardır. Mütekavvim mal kavramına göre, ancak hukuk düzeninin mubah saydığı şeyler mülkiyet konusu olabilir (Dalgın, 1999: 110).
Diğer fıkıh ekolleri mütekavvim mal kavramını kullanmamışlarsa da bir malın mülkiyet konusu olabilmesini, hukukun o maldan yararlanmayı yasaklamamış olmasına bağlamışlardır. Hukukun yasakladığı bir şeyin mülkiyet konusu olması mümkün olmadığı gibi, üzerinde tasarrufta bulunulması da mümkün değildir.