Osmanlı Toprak Hukukunda Ormanlar
Osmanlı hukukunda Arazi Kanunnamesi’nden gerek önceki ve gerekse sonraki dönemlerde, ormanların büyük bir kısmı miri orman ve cibali mubaha olmakla birlikte, bu dönemde özel orman mülkiyeti de söz konusu olmuştur. Üstelik son 50-60 yılı bir tarafa bırakılacak olursa, devletin ihtiyaç duyduğu alanlar dışındaki tüm ormanlar (cibali mubaha ve baltalıklar) halkın serbestçe yararlanmasına açık tutulmuştur (Ayaz ve İnanç, 2009: 56).
Arazi Kanunnamesi’nden önceki dönemde ormanların kamu malı sayıldığını ve ormanların özel bir statüye tabi tutulduğunu söylemek mümkün değildir. Bu dönemde devletin, orman mülkiyeti konusunda belirgin bir tutumunun olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir (Eler, 2009: 50). Bu anlamda ormanlık alanların özel mülkiyete konu olabilmesine ve maliklerin bu ormanlar üzerinde serbestçe tasarruf edebilmelerine imkan tanınmıştır.
Bu dönemde ormanlar, üzerinde bulunduğu arazinin türüne göre sınıflandırılmıştır. Buna göre ormanlar; vakıf ormanları, mülk (özel) ormanlar, devlet ormanları, köy ve kasabalara tahsisli baltalıklar ve cibali mubaha ormanları olmak üzere beş kısımda değerlendirilebilir (Korkmaz, 2010: 105).
Bunlardan devlet ormanlarını, doğrudan doğruya padişahın mülkü olan ormanlar (koru-yu hümayun), miri ormanlar, tophane ve tersane ormanları oluşturmaktaydı (Eler, 2009: 50). Miri ormanlar tımar sistemi kapsamında tevcih edilmiştir. Mülk ormanlar, mülk arazi üzerindeki ormanlardır ve malik hem taşınmazın kendisinden, hem de orman ürünlerinden dilediği gibi yararlanma hakkına sahiptir. Cibali mubaha ormanları ile kura baltalıkları ise özel mülkiyete konu olmamakla birlikte herkesin serbestçe yararlanmasına açıktır. Bundan dolayı bu dönem orman mülkiyeti açısından “mutlak başıboş devre” olarak adlandırılmaktadır (Keskin, 2010: 5).
1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi ormanların mülkiyeti açısından önemli bir yenilik getirmemiştir. Kanunname eski Osmanlı kanunnamelerinde ormanlarla ilgili hükümlerin derlenip toplanarak toplumun uymakla yükümlü bulunduğu yazılı kanunlar haline getirilmesi bakımından modern devlet anlayışı ve yapılanması açısından önemli faydalar sağlasa (Çevre ve Orman Bakanlığı, 2003: 10) da aslında var olan hükümlere fazla bir yenilik getirmiş değildir.
Arazi Kanunnamesi arazileri mülk arazi, miri arazi, vakıf arazi, metruk arazi, mevat (ölü) arazi olmak üzere beş kısma ayırmıştır. Ormanları da bu tasnife bağlı olarak mülk arazi üzerindeki ormanlar, miri arazi üzerindeki ormanlar, vakıf arazi üzerindeki ormanlar, metruk (terk edilmiş) arazi üzerindeki ormanlar ile mevat (ölü) arazi üzerindeki ormanlar olmak üzere beş kısımda irdelemek mümkündür (Korkmaz, 2010: 106). Ancak miri, metruk ve mevat arazi üzerindeki ormanlar mülkiyet yönünden birbirine oldukça yakın olduğu için çalışmamızda bu ormanlar tek başlık altında incelenecektir. Dolayısıyla Arazi Kanunnamesi’ne göre ormanları özel ormanlar, vakıf ormanları, miri, mevat ve metruk arazi üzerindeki ormanlar olaak üç kısma ayırarak incelemek mümkündür.
Tanzimat Fermanı öncesinde ve sonrasında Fransa’ya gönderilen yöneticilerin Fransız uygulamasından etkilenmeleri ve Fransa’dan getirtilen uzmanların çalışmaları sonucu bu yöneticilerde ormanların kamu malı olması gerektiği görüşü oluşmaya başlamıştır (Cin, 1978/b: 315).
Üstelik bu dönemde (mülkiyet hakkı konusunda yaşanan temel gelişmelere bağlı olarak) özel ormanlar üzerinde sınırsız bir mülkiyet hakkının düşünülemeyeceği yavaş yavaş yerleşmeye başlamıştır. Ancak bu dönemde ormanlar üzerindeki özel mülkiyeti sınırlayıcı bir mevzuat normunun çıkarılamamış olması da dikkat çekicidir.
1863 tarihinde ilk Orman Nizamnamesi çıkarılmış ise de halkın tepkisi nedeniyle uygulama alanı bulamamıştır. 1870 tarihli Orman Nizamnamesi, ormanların mülkiyeti konusunda yeni bir düzenleme getirmiştir. Nizamname ormanları; devlete ait ormanlar, mülk ormanlar, vakıflara ait ormanlar, kasaba ve köylere mahsus baltalıklar şeklinde sınıflandırmıştır (Koç, 2005: 37; Korkmaz, 2010: 106).
Bunlardan şahıslara ait ormanların tabi olduğu statü Arazi Kanunnamesi ile belirlendiği gerekçesiyle Nizamname’de bu konuda herhangi bir hükme yer verilmemiştir (Keskin, 2010: 5). Aslında mülk ormanların da bu Nizamname ile düzenlenmesi öngörülmüş ancak Nizamname’nin yürürlüğe girmesini engelleyebileceği ya da geciktirebileceği gerekçesiyle vazgeçilmiştir (Köprülü, 1950: 240).
Nizamname esas itibarıyla devlet ormanlarından şahısların yararlanmasına yönelik hükümleri düzenlemiştir. Nizamname’ye göre orman içinde ya da yakınında bulunan kişilerin devlet ormanlarından yararlanma hakları vardır. Nizamname’nin 5. maddesi köylülere ev, ambar ve ahır inşaatında veya tamiri, araba ve ziraat aletleri yapımı, yakacak ihtiyacının karşılanması gibi amaçlarla mîrî ormanlardan ücretsiz olarak yararlanma imkânı vermiştir. Ancak bu yerlerden ticari amaçlarla kereste ve odun almaları ya da taş, çakıl çıkarmaları devletten alınan izne bağlıydı.
Nizamname vakıflara ait ormanların Arazi Kanunnamesi’nin 4. maddesinde tanzim edilmiş olan “tahsisat kabilinden vakıf arazi “hükümlerine tâbi olduğunu hükme bağlamıştır (Cin, 1978/b: 329). Buna göre vakıflara bağlı ormanların kuru mülkiyeti devlete, yararlanma ve işletme hakkı ise vakfa aittir.
Baltalıkların hukuki statüsü ise Arazi Kanunnamesi’nin 91. maddesine tabidir. Bu anlamda Orman Nizamnamesi’nin 22. maddesinde, baltalıkların Kanunname’nin 91 ve 92. maddelerine tabi olduğu açıkça belirtilmiştir. Son olarak şunu belirtelim: Nizamname, cibali mubaha ormanlarının statüsünü değiştirmiş ve bu ormanları devlete ait orman statüsüne sokmuştur (Cin, 1978/b: 336).
1) Osmanlı’da Özel Ormanlar
Orman mülkiyeti açısından bakıldığında Arazi Kanunnamesi’nin ormanların özel mülkiyete konu olabilmesini kabul ettiği görülmektedir. Bu anlamda özel mülkiyete konu ormanlar açısından Arazi Kanunnamesi’nde toprağın mülk, miri ya da vakıf arazi olmasına göre üçlü bir ayrım yapılmıştır.
Kanunname gereği, özel ormanlar iki şekilde ortaya çıkabilmektedir. Öncelikle mülk arazi üzerindeki ormanlar mülk statüsündedir. Kanunname’ye göre mülk arazi üzerinde yetişen ormanların hem zemini hem ağaçları özel mülktür. Malikin bu yer üzerindeki tasarruf hakkı, bugünkü mevzuatımıza göre oldukça geniştir. Örneğin Kanunname’nin 19. maddesine göre orman ve pırnallık gibi mahallere müstakil olarak malik olan kişi bu yerleri açarak tarla haline getirebilir. Ayrıca korulukların ürünlerinden yalnızca malikleri yararlanabilir.
Buna karşılık bir ormanın miri arazi üzerinde olması durumunda şahıslar sadece bu ormanların mülkiyet hakkına sahiptir. Normal şartlar altında miri arazi üzerindeki ormanlar, hiç kimseye tahsis (tevcih) edilmeyip devlet ihtiyaçları (tophane ve tersane gibi) için ayrıldıklarında ormanların mülkiyeti devlete aittir. Buna karşılık kendilerine tahsis edilen miri arazide yetkili memurun izni ile koruluk oluşturan kişi Arazi Kanunnamesi’nin 29. maddesi gereği bu koruluğun tasarruf hakkına sahiptir.
Bu yerlerde, sadece yerin üzerinde yetiştirilen ağaçlar özel mülkiyete tabidir (Cin, 1978/b: 339). Aynı Kanunname’nin 28. maddesine göre miri arazide kendiliğinden yetişen palamut, ceviz, kestane, gürgen ve meşe gibi ağaçlar tasarruf hukuku yönünden miri araziye tabidir. Bunların yararlanma hakkı miri arazinin mutasarrıfına aittir. Bu madde miri arazi üzerinde mutasarrıfından başkasının hak iddiasını önlemek ve mutasarrıfın tasarruf hakkını korumak için konulmuştur (Koç, 2000: 155). Ancak gerek mutasarrıfın ve gerek üçüncü şahısların bu ağaçları kesme hakkı yoktur. Bu ağaçlardan meyve verenlerin hasılatından öşür alınır. Kanunname’nin 30. maddesi de kendiliğinden yetişmiş ve odun ihtiyacının karşılandığı yerlerin tasarruf hakkının, bu yerlere tapu ile tasarruf eden kişiye ait olduğunu, başkasının faydalanamayacağını hüküm altına almıştır.
2) Osmanlı’da Vakıf Ormanlar
Gerek İslam ve gerekse Osmanlı hukukunda vakfedilen taşınmazların mülkiyetinin kime ait olacağı konusunda değişik görüşler söz konusu olmuştur. Ebu Hanife ile Maliki ve Hanbelî hukukçulara göre vakıf mallarının rekabesi (ayn) vakfeden kişide kalır, buna karşılık Ebu Yusuf ve İmam Muhammed vakfedilen malın Allah’ın mülkü olduğunu savunmuşlardır. Şafi hukukçular ise vakfedilen mülkün, vakfın malı olduğunu ileri sürmüşlerdir (Çalış, 2004: 62). Ancak Osmanlı hukukunda genel kabul gören görüş ve uygulama vakfedilen malın kuru mülkiyeti (rekabesi) Allah’ın, yararlanma hakkı vakfın olduğu için bunu da özel mülkiyetin değişik bir türü olarak kabul etmek gerekir.
Vakıf ormanlarının büyük bir kısmı padişah tarafından vakfedilen araziler oluşturmaktaydı, bundan dolayı vakıf ormanların büyük bir kısmı gayri sahih vakıfların mülkiyetindedir (Koç, 2005: 233).
Vakıf ormanların mülkiyet durumu ise vakfın türüne göre değişmektedir. Sahih vakıflar, mülk arazinin vakfa tahsis edilmesi olduğu için hem bu arazinin, hem de arazi üzerindeki ormanların mülkiyeti vakfa aittir. Buna karşılık, miri arazinin gelirinin ya da tasarruf hakkının veya her ikisinin birden vakfedilmesiyle oluşan gayri sahih vakıflara ait ormanların zemininin kuru mülkiyeti devlete aittir. Orman Nizamnamesi’nin 19. maddesine göre bu ormanların yalnızca yararlanma hakkı, lehine vakfedildikleri kimselere aittir. Bu ormanlar mülkiyet bakımından miri araziye benzemekteydi (Cin, 1978/b: 324).
3) Miri, Mevat ve Metruk Arazi Üzerindeki Ormanlar
Miri, metruk ve mevat arazi üzerindeki ormanlar üç kısma ayrılmaktaydı.
3.1) Devlet Ormanları
Bunlardan ilkinde ormanlar devletin askeri ihtiyaçlarının karşılanması (Tersane-i Amire ve Tophane’ye mahsus ormanlar), saray ahırları için (Istabl-ı Amire ormanları) veya hanedan üyelerinin avlanmaları için (hassa şikar koruları) ayrılmıştı (Koç, 2000: 142).
Bu tür ormanları devlet mülkiyetinde bulunan ormanlar olarak kabul etmek gerekir. Bu ormanların mülkiyeti devlete ait ve gerek menfaati ve gerekse kuru mülkiyeti zaman aşımı ile edinilemez (Cin, 1978/b: 325). Bu ormanlar askeri gereksinimler, devlete ait hayvanların otlatılması, hanedan mensuplarının avlanması, yakacak ihtiyacının karşılanması gibi amaçlarla kullanılmıştır (Koç, 2000: 142).
3.2) Osmanlı Toprak Hukukunda Baltalık Ormanlar
İkinci olarak belli bir köyün ya da kasabanın yakacak ihtiyacının karşılanması için tahsis edilmiş baltalıklar bulunmaktaydı. Kanunname’nin 91. maddesine göre kadimden beri bir köy ya da kasabaya tahsis edilmiş bulunan baltalık ve ormanlardan ancak o köy ve kasaba halkı yararlanma hakkına sahiptir. Bu yerlere başka kişilerin tecavüz etmesi halinde, bu kişilerin aldıkları orman ürünlerinin bedelleri kendilerinden tahsil edilecek ve baltalığın tahsisli olduğu köy ya da kasaba halkına dağıtılacaktır. Belli bir köy ya da kasabaya tahsis edilmiş bu baltalıklar, metruk arazi hükümlerine tabidir. Bundan dolayı bu yerlerin özel mülkiyete konu olması, zaman aşımıyla edinilmesi söz konusu değildir. Kanunname’nin 92. maddesi bu yerlerin özel mülkiyet konusu olmasını yasaklamaktadır. Madde hükmüne göre bir köy ya da kasaba için tahsis edilmiş koruluklardan bir kısmı ifraz edilerek tarla ya da koruluk olarak kullanılmak üzere şahıslara tapu verilemez.
3.3) Osmanlı Toprak Hukukunda Cibali Mübaha
Ayrıca cibali mubaha (mubah dağlar) denilen ve devlet tarafından herkesin yararlanmasına tahsis edilen ormanlar da bulunmaktaydı. Cibali mübaha, mülkiyet hukuku açısından herkesin ortak mülkiyetinde bulunan mallardır. Osmanlı dönemi ormanlarının büyük bir kısmı bu statüdeydi (Birben, 2008/b: 2).
Bu yerleri Mecelle’nin 1045. maddesinde geçen şirket-i ibaha kavramı içerisinde değerlendirmek gerekir. Zaten gerek Arazi Kanunnamesi ve gerekse Mecelle bu yerlerin herkesin ortak kullanımında olduğunu hüküm altına almıştır. Arazi Kanunnamesi’nin 104. maddesine göre bu yerlerden herkes yararlanma hakkına sahiptir. Kanunname, cibali mubaha denilen ormanlardan herkesin, başkasına zarar vermemek şartıyla yararlanabilmesini öngörmüştür.
Mecelle’nin 1243. maddesi ise kimsenin tasarrufunda olmayan dağlarda kendiliğinden yetişen ağaçların mubah olduğunu hükme bağlamıştır. Bu ormanlar devlet tarafından halkın kereste, yakacak ve mimari ihtiyaçları için ayrılmış genel ormanlardır.
Cibali mübaha ormanlarının, arazi türleri karşısındaki durumu tartışmalıdır. Birben bunların miri arazi statüsünde olduğunu belirtmektedir (Birben, 2008/b: 2).
Hüseyin Avni Göktürk de “…büyük ormanlık alanlar gibi kimsenin mülkiyetinde bulunmadıklarından dolayı, devlete ait olan geniş araziyi Arazi Kanunu’nun ruhu ve felsefesini göz önüne alarak miri topraklardan saymaya engel hal olmadığı…” tezini ileri sürmektedir (Göktürk, 1957).
Cin, bu yerlerin mevat araziye daha yakın olduğunu vurgulamıştır (Cin, 1978/b: 336). Yazar “Cibal-i mübaha veya serbest ormanlar, hukuki durumları itibariyle ne metruk, ne de tam mevat arazidir. Yalnız mevat arazi ile cibal-i mübaha arasında esaslı bir benzerlik vardır” demekte ve bu yerlerin bugünkü anlamda devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğu sonucuna varmaktadır.
Köprülü, cibali mübaha ormanlarının Arazi Kanunnamesi’nde yer alan arazi türlerinden herhangi birine dahil edilmesinin söz konusu olmadığını vurgulamıştır (Köprülü, 1948: 704). Barksız ise bu ormanların mevat arazi üzerinde bulunduğunu ve düzensiz ortak mülkiyet rejimi olduğunu ileri sürmüştür (Barksız, 1957: 80).
Kanaatimizce bu yerlerin metruk arazi olması söz konusu değildir. Çünkü metruk arazi niteliğindeki baltalıklar, hem sadece belirli bir köy ya da kasaba halkı tarafından kullanılabilmektedir, hem de bu yerler için tahsis ya da kadimden beri kullanım gerekmektedir. Cibali mübahanın baltalıklardan farkı, baltalıkların bir köy ya da kasabaya tahsis edilmiş olmasıdır. Oysaki cibali mübahadan yararlanabilmek tamamen serbesttir, köy ya da kasaba halkından olmak da gerekmemektedir.
Bu yerler mevat araziye benzetilebilirse de bu yerler üzerinde ihyanın söz konusu olmaması, bu yerleri mevat arazi kapsamında değerlendirmeye engeldir. Herhangi bir vakfetme söz konusu olmadığı için vakıf araziye de uymamaktadır.
Geriye sadece miri arazi kalmaktadır. Bu yerlerin kuru mülkiyetinin devlete ait olması da miri arazi olduğuna işaret etmektedir. Bu yerleri, tımar sistemi kapsamında tevcih edilmeyen miri arazi olarak değerlendirmek en doğru yaklaşım olacaktır. Orman Nizamnamesi’nin bu yerleri miri orman olarak kabul etmesi de bu görüşü doğrular.
Üstelik Temyiz Mahkemesi, 18 Eylül 1330 tarihli (1 Ekim 1914) ve 232 sayılı kararında, bu ormanların hilafı sabit oluncaya kadar miri orman olarak kabul edileceğini ifade etmiştir. Bunun yanı sıra 1275/1859 tarihli Tapu Nizamnamesi’nin 13. maddesinde yer alan “cibal-i mubaha ile menafi-i amme zımnında metruk ve muhassas olan yerler için kimseye senet verilmemesi ve tasarruf ettirilmemesi” hükmüyle herkesin yararlanmasına açık olan cibali mübahada (mübah dağlarda) özel mülkiyet kurulması yasaklanmıştır (Cin, 1978/b: 315).
1862 yılında hazırlanan bir projeyle, cibali mubaha ormanlarının tophane ve tersane ormanlarının devlet ormanı adı altında birleştirilmesi öngörülmüş (Cin, 1978/b: 315) ise de proje uygulanamamıştır. Bu proje de cibali mubaha ormanlarının, miri arazi olarak görme açısından önemli bir gerekçedir.