Bu Konudaki Tartışmalar
Osmanlı İmparatorluğu döneminde tımar sisteminin çok yaygınlaşması ve bu sistemin sonradan iltizam sistemine dönüşmesi, Osmanlı’daki mülkiyet sisteminin Ortaçağ Avrupa’sında yer alan feodal sistem ile kıyaslanmasına neden olmuştur. Taşınmazların büyük bir kısmının miri arazi statüsünde bulunması, miri arazinin ise büyük bir kısmının tımar sistem kapsamında devlet görevlilerine tevcih edilmesi, tımar sahiplerinin ise bunları halka dağıtarak karşılığında vergi toplaması, Osmanlı toprak sisteminin feodal olup olmadığı tartışmasını ortaya çıkarmıştır.
Bazı yazarlara göre (örneğin Ataöv, 1970: 129-133) Osmanlı İmparatorluğunun üretim ilişkileri ve mülkiyet yapısı feodal bir devleti andırmaktadır. Bu yapıda tımar sistemi bağımsız ekonomik birimlerin merkezileşmesini sağlayan bir yöntemdi. Bu yazarlara göre dirlik ve tımar sahiplerinin kendilerine tevcih edilen toprağın mülkiyetini elde edememeleri, Osmanlı mülkiyet yapısını Avrupa tipi feodaliteden uzaklaştırsa da mülkiyet ilişkilerinin feodal niteliğini değiştirmez. Osmanlı toplumunda en büyük feodal, hanedan ailesidir. Hanedan ailesi tarafından tımar tevcihi yapılan diğer büyük mülkiyet sahipleri ise ikinci derece feodallerdi.
Üstelik Osmanlı hanedanının ya da vezirlerin savaşta ele geçen esirlerden seçtikleri “ortakçı kullar” da mülkiyet ilişkilerinin feodal niteliğine işaret etmektedir. Çünkü bunlar kendi mülkiyetleri bulunmaması, tamamıyla emrinde oldukları kişi için çalışmaları, evlenememeleri, bulundukları terk edememeleri, kendilerinden doğan çocukların aynı statüye tabi olmaları yönünden Avrupa feodalitesindeki serflere benzemektedir (Ataöv, 1970: 129).
Yazarların bu şekilde düşünmesine neden olan durum, gerek miri ve gerekse mülk arazi sahipliği dolayısıyla bir toprak aristokrasisinin ortaya çıkmasıdır. Ayrıca büyük toprak sahiplerinin, bu topraklarını çiftçiler aracılığıyla işlettirmeleri de toprak sahibi ile çiftçi arasında Avrupa feodalitesi anlamında bir senyör/serf ilişkisinin mevcut olup olmadığı konusunda tartışmaları gündeme getirmiştir. Bu yazarlara göre Osmanlı tımar sistemindeki sipahi/reaya ilişkisi, Avrupa feodalitesindeki senyör/serf ilişkisini andırmaktadır (Arslan, 2002: 250).
Ayrıca reayanın toprağa bağlı olması da (feodalitede serf toprağa bağlı olduğu için) Osmanlı mülkiyet düzeninin feodal bir niteliğe sahip olduğunu göstermektedir (Avcıoğlu, 1971: 13). Bu yazarların dayandıkları en önemli noktalardan birisi de ortakçı kul uygulamalarıdır. Buna göre ortakçı kulların sahiplerinin mülkü olması, cezalandırılmalarının söz konusu olduğu durumlarda bile kadı huzuruna ancak sahiplerinin izni ile çıkabilmeleri, mülkiyet ve miras haklarının sınırlı oluşu ve özellikle sahipleri için angarya çalışma mecburiyetlerinin bulunması, ortakçı kul uygulamasının ortaçağ feodalitesine benzediğini göstermektedir.
Bu görüşlere karşı çıkan bazı yazarlar ise Osmanlı toprak sisteminin ve Osmanlıdaki mülkiyet ilişkilerinin Avrupa feodalitesinden oldukça farklı olduğunu savunmuşlardır. Bu yazarlara göre tımar sisteminin özellikleri, feodaliteden oldukça farklıdır. Örneğin Cin Osmanlı hanedanının ya da vezirlerin savaşta ele geçen esirlerden seçtikleri “ortakçı kul” uygulaması hiçbir zaman yaygınlaşmadığını ve istisnai bir uygulama olarak kaldığını vurgulamaktadır (Cin, 1981: 67). Timur ise tımar sisteminin feodaliteyi andırmaktan ziyade padişah otoritesini kuvvetlendirme amacını taşıdığını, üstelik tımar sahibinin konumunun senyörden oldukça farklı olduğunu ifade ederek feodalite yaklaşımını reddetmektedir (Timur, 1968: 36). Yazara göre senyörün mutlak iktidarına karşılık, tımarlı sipahi padişahın bir ajanıdır.
Barkan ise ortakçı kul uygulamasının pek çok yönüyle serfliği andırdığını, ancak bunların çok küçük bir azınlık teşkil ettiğini, zaten bunların sonradan tamamen ortadan kalktığını, köylülerin pek büyük bir kısmının hür köylülerden oluştuğunu, zaten bu dönemde imparatorluğun sosyal ve ekonomik ikliminin feodalite sisteminin oluşturulmasına uygun olmadığını vurgulamaktadır (Barkan, 1980: 723). Yazar Osmanlı toplumunda köylünün işlemekle yükümlü olduğu toprağı terk etmesi durumunda alınan çift bozan resminin de feodaliteye kanıt olamayacağı görüşündedir (Barkan, 1993: 306-307). Yazar’a göre tımar sahibinin kendi reayasının defterlerde kayıtlı toprakları işlemekten vazgeçip (çiftini bozup) tımarı terk etmek istemesi halinde, onları zorla tarlasının başına getirebilmesi veya çift bozan resmi namı altında bir tazminat ödemeye mecbur etmesi, feodal düzendeki serf vaziyetindeki köylülerin toprağa bağlılık prensibini hatırlatsa da, yakından incelendiğinde görülecektir ki, zorla tarlasının başına getirebilmesi veya çift bozan resmi namı altında bir tazminat ödemeye mecbur etmesi tımar sahibinin köleler ve bu kölelerin emeği üzerindeki tasarrufunun bir neticesi değil, teşkilatlı bir devlet düzenine mahsus bir kamu hukuku müessesesidir.
Divitçioğlu ise özellikle tımar sahibinin, kendisine verilen toprağın maliki olmadığına vurgu yapmaktadır. Yazar’a göre tımar sahibi toprağın maliki değildir. Üstelik toprak üzerinde dilediği gibi tasarruf etme imkanı da yoktur (Divitçioğlu, 1971: 54, 55): Bundan dolayı tımar sahibi, devlete ait vergileri toplamakla yükümlü, bir kamu görevlisi konumundadır. Tımar sahibi ancak devletin bir memuru, bir temsilcisidir. Toprağın işlenmesinden elde edilen rantın vergisini devlet adına toplar, buna karşılık savaşlara devlet adına asker gönderir. Bundan dolayı tımar sahibi, kendisine verilen bölgede devlet otoritesini koruyan bir memur konumundadır. Ayrıca tımar hakkı, babadan oğula geçen bir hak değildir, bir başka ifadeyle tımarlar veraset yoluyla intikal etmez. Osmanlı Devletinin toprakları üzerinde mutlak bir hakka sahip olan sultan tımar verip almakta tamamen serbesttir (Divitçioğlu, 1971: 54, 55).
Hatemi ise, Osmanlı’da çeşitli zamanlarda ve bölgelerde farklı mülkiyet sistemlerinin uygulandığı dikkate alındığında Osmanlı’nın feodal bir mülkiyet yapısına sahip olduğunu söylemenin zor olduğunu vurgulamaktadır (Hatemi, 1977: 209). Ona göre toprak mülkiyetinin devlete ait olması ve bu mülkiyetin kâğıt üzerinde kalmaması ve mülkiyetin hiçbir zaman fiilen mahallî soylular eline geçmemesi, feodalite tartışmalarına ihtiyatla yaklaşmayı gerektirmektedir (Hatemi, 1977: 208).
Bazı yazarlar ise Osmanlı mülkiyet ilişkilerini “Asya üretim tarzı” yaklaşımıyla açıklamaktadırlar. Özelikle Sencer Divitçioğlu’nun “Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu” adlı çalışmasında ilk kez sistemli biçimde ele alınan Asya üretim tarzı kuramı, Osmanlı mülkiyet ilişkilerinin feodalizme benzediği yolundaki iddiayı reddetmekte ve bu ilişkileri sosyalizm mantığı ile açıklamaya çalışmaktadır (Arslan, 2002: 247). Bu görüşü savunan başlıca yazarlar Sencer Divitçioğlu, Muzaffer Sencer, İdris Küçükömer, Kemal Tahir ve Niyazi Berkes olarak sayılabilir.
Ancak bu yaklaşım da eleştirilmiştir. Barkan feodalizm görüşünü eleştirdiği gibi Asya üretim tarzı yaklaşımını da eleştirmektedir (Barkan, 1993: 294). Yazara göre Osmanlı toplumunun mülkiyet fikri gelişmemiş, basit ve ilkel bir toplum olarak yaşadığının iddia edilmesi gerçeklerle uyuşmamaktadır. Böyle bir yaklaşım milletler arası dünya ticaret yollarını kontrol eden, büyük liman ve şehirlere, gelişmiş etmiş bir para ekonomisine sahip bulunan bir imparatorluğun iktisadi bünyesine ait gerçekleri inkar etmek manasına gelmektedir. Osmanlı İmparatorluğunda merkezi devlet kuvvetinin rakipsiz olarak her şeye hakim durumu, siyasi otoritenin ve idari teşkilatın parçalanması neticesi meydana çıkmış bulunan derebeylik modeli ile bağdaşmamaktadır (Barkan, 1993: 294).
Feodal mülkiyet iddialarına şüpheyle yaklaşan Hatemi, aynı yaklaşımı asya üretim tarzı yaklaşımı için de göstermektedir (Hatemi, 1977: 209). Hatemi Osmanlı toprak mülkiyet yapısı ve üretim ilişkilerini betimlemek için kullanılan “Asya üretim tarzı” ifadesine de karşı ihtiyatlı ve çekingen davranılması gerektiği görüşündedir (Hatemi, 1977: 208).
Kanaatimizce Osmanlı İmparatorluğunun mülkiyet yapısının feodaliteye benzeyip benzemediği hususunu dönemlere ayırarak incelemek gerekir.
Kuruluş Dönemi
İmparatorluğun kuruluşundan hemen sonraki dönemde feodalite benzeri bir yapının söz konusu olduğu görülmektedir. Bunda fethedilen yerlerdeki mülkiyet düzeni büyük bir pay sahibidir. Gerek Bizans ve gerekse Anadolu beylikleri olsun Osmanlı tarafından fethedilen yerlerde büyük mülk topraklar söz konusuydu. Malikane şeklindeki bu topraklar ise sahiplerine toprak asaleti sağlamaktaydı (Barkan, 1980: 133-134). Halk bu toprakları daimi ve ırsi bir kiracı olarak işlemekteydi. Osmanlı kuruluş döneminde, gerek Bizans’tan ve gerekse diğer beyliklerden kendisine miras kalan bu toprak sisteminde önemli bir değişiklik yapmamıştır (Barkan, 1980: 133).
Bu sistemde yarıcı ve ortakçı kullara rastlanılması, beyler tarafından doğrudan doğruya işletilen topraklarda kulluk ve angaryanın söz konusu olması, beyleri barındırma ve besleme mecburiyetinin olması (Barkan, 1980: 134), feodaliteyi andırmaktadır.
Klasik Dönem
Kuruluştan 17. yüzyılın sonlarına kadar olan dönem içerisinde ise mülkiyet ilişkilerinin feodaliteye benzemediği görülmektedir. Kuruluştan sonraki dönemde, zamanla devlet yapısı yerleştikçe, İmparatorluk kendi toprak politikasını uygulamaya başlamıştır. Bu anlamda devlet büyük çaplı mülk toprakları miri arazi haline dönüştürerek malikane sistemini tımar sistemi haline getirmiştir. İmparatorluğun ilk teşkil edildiği yıllarda devletin en önemli önceliklerden bir tanesi Bizans’tan miras kalan derebeylik nizamını ortadan kaldırmak olmuştur (Cin, 1981: 74).
Osmanlı devleti kurulduğu yıllarda fethettiği topraklarda bir nevi toprak köleliğinin mevcut olduğu bir derebeylik düzeni ile karşılaşmıştır. Bu düzenin neden olacağı sosyal rahatsızlıkları önlemek için toprağa dayanan asalet sistemi ortadan kaldırılmış, derebeylik sistemi yerine tımar sistemi konularak toprağı işleyenler serf olmaktan kurtarılmıştır.
Bir başka ifadeyle Osmanlı Devleti fethettiği topraklardaki derebeylik sistemine süratle müdahale etmiş ve derebeylik yerine tımar sistemini, serfler yerine de tımar sahibi ile sadece akdi bir münasebeti olan, bir nevi aynî hak sahibi, kiracıya benzer toprak mutasarrıflarını ikame etmiştir (Cin, 1966: 753).
Üstelik tımar sistemi katı kurallara tabi kılınarak sipahinin derebeyi gibi davranması önlenmiş ve sipahi, büyük çiftlik sahibi konumundan toprağın gelirinden pay alan memur konumuna indirgenmeye çalışılmıştır (Barkan, 1980: 134). Bunun yanı sıra sipahinin (kendi gıda ihtiyacının karşılamak için ekmesi gereken alanlar hariç) toprağı kendisinin işlemesi ya da kullarına işlettirmesi yasaklanmıştır.
Ayrıca kulluk ve angarya azaltılmaya çalışılmıştır. Her türlü özel hizmetler yasaklanmıştır. Tımar sisteminin içerdiği katı kurallar sayesinde köylü, derebeyi elinde kul olmaktan çıkarılmış ve devlete ait toprağı önceden belirlenmiş kurallara göre işleyen çiftçi konumuna sokulmuştur. Bu dönem boyunda padişahların kendi otoritelerini başkalarıyla paylaşmaları söz konusu değildir (Tuş, 1999: 181). Merkezi otorite (hanedan ailesi) son derece güçlüdür.
Üstelik bu gücünü muhafaza etme konusunda da son derece kararlı ve başarılıdır. Bu dönemde zaman zaman çıkarılan padişah fermanları ile, güçlü ailelerin toprakları müsadere edilmiş veya tımarları kaldırılmıştır. Barkan’ın ifadesiyle bu dönem devletin “soy ve toprak asaleti sınıflarına karşı amansız” bir şekilde mücadele devridir. Örneğin İstanbul’un fethinden hemen sonra, dönemin en güçlü ailelerinden biri olan Çandarlı ailesine mensup olan Çandarlı Halil Paşa idam edilerek serveti ve diğer malları müsadere edilmiştir. Ayrıca kuruluş dönemlerinde özellikle Balkanların fethini sağlamak için verilen büyük miktardaki mülk topraklar fırsat geçtikçe miri arazi haline getirilmiştir (Barkan, 1980: 211).
Bunların yanı sıra devlet tımar sahiplerinin toprak aristokrasisi haline gelmesini önlemek için ortada herhangi bir sebep olmaksızın sipahilerin yerini değiştirmiş, bazen tımarlarını ellerinden alarak onları açıkta bırakmıştır. Üstelik tımar sahipleri devlet tarafından çok sıkı bir denetime tabi tutulmuş ve vazifelerini yerine getirmeyen tımar sahipleri azledilmiştir (Cin, 1966: 767).
Ayrıca tımar sahiplerinin, tımarları kendi çocuklarına dağıtmaları yasaklanarak ailelerin güçlenmeleri önlenmeye çalışılmıştır. Hanedan ailesi, başka hiçbir ailenin güçlenmesine ve bir aristokratik hiyerarşinin ortaya çıkmasına izin vermemiştir. İmparatorluk toprak mülkiyetine dayanan asalet iddiasına karşı daima yabancı ve mesafeli kalabilmiştir (Barkan, 1980: 131). Özellikle Fatih Sultan Mehmed İstanbul’un fethinden sonra vezir-i azamlarını bile devşirmelerden atamaya başlamış ve bu şekilde devlet yönetiminde söz sahibi olan eski Türk ailelerinin nüfuzlarını kırmayı başarmıştır (Pamir, 2004: 66). Fatih merkeziyetçi, güçlü ve mutlak yetkili bir Osmanlı padişahı tipini meydana getirmiştir (Pamir, 2004: 66). Oysaki feodal sistemde güçlü bir merkezi devlet söz konusu değildir.
İkinci olarak gerek tımar sistemi kapsamında kendilerine miri arazi tevcih edilen tımar sahipleri ve gerekse bu toprağı işleten kişiler toprağın gerçek maliki değillerdir. Toprağın büyük bir kısmını teşkil eden miri arazinin gerçek sahibi devlettir. Toprağı işleyen de işleten de mülkiyet hakkına değil, kullanma hakkına dayanmaktadır (Savcı, 1965: 365). Üstelik verimli topraklardan oluşan ve toprak gelirinin üçte birini teşkil eden hasların, hanedan ve vezirlere tahsis edildiği dikkate alındığında, Anadolu’da kendilerine toprak tahsis edilen toprak beyleri, “kudretsiz ve fakir köy ağaları” durumundadır (Barkan, 1980: 210).
Ayrıca bu dönemdeki sipahi/reaya ilişkisi, kuralları önceden belirlenmiş ve sıkı sıkıya uygulanan bir sistemdir. Bu anlamda sipahi ile reaya arasındaki ilişki, senyör ile serf arasındaki ilişkiden oldukça farklıdır. Sipahi kendisine tevcih edilen tımarı reayaya dağıtırken önceden belirlenmiş kurallarla bağlıdır. Batıda senyör ile serf arasında şahsi ilişkiler söz konusu olmasına rağmen, tımar sahibi, senyörün aksine, önceden belirlenmiş amme hukuku kurallarına tabidir. Tımar sahibi reayaya iyi davranmak ve toprağın iyi işletilmesini sağlamakla yükümlüdür. Üstelik senyör, serfin kendisi de dahil olmak üzere tüm mallarına sahipken, tımar sahibinin ne reaya, ne de reayanın malı üzerinde bir mülkiyet hakkı söz konusudur (Barkan, 1980: 675). Sipahi, reayanın mallarının mirasçısı da değildir.
Bu dönemde devletin tımarlı sipahileri sıkı gözetim ve denetim altında tuttuğu ve bu kurallara uymayanların tımarlarının ellerinden alındığı da bilinen bir gerçektir. Bu anlamda tımarlı sipahi, başına buyruk bir senyör değil, devletin bir görevlisi ve padişahın bir ajanıdır (Timur, 1968: 36). Kendilerine tımar tevcih edilen kişiler, gördükleri hizmetin karşılığı olarak almaları gereken maaş yerine arazinin reayaya dağıtılmasından elde edilecek geliri almaktadırlar. Bundan dolayı bu kişiler, devletin toplaması gereken vergileri, padişah adına dolaylı yoldan toplayan kişilerdir (Pamuk, 1990: 78-80).
Bunun yanı sıra serf açısından senyör için angarya çalışma mecburiyeti olmasına rağmen, reayanın sipahi için angarya çalışması veya hediye vermesi gibi bir zorunluluk yoktur. Ayrıca reaya, sürekli olarak aynı köyde sipahinin emrinde çalışmak zorunda değildir. Raiyenin oğlu aynı çiftlikte raiye olarak kalmaya mecbur değildir (Divitçioğlu, 1971: 71,72).
Bu dönemde ortakçı kullar uygulamasının varlığı bilinmektedir. Üstelik bu kulların statüleri de ortaçağ feodalitesindeki serfleri andırmaktadır (Barkan, 1980: 579). Fakat bu uygulama hiçbir zaman yaygınlaşmamış, zaman içinde de azalmaya yüz tutmuştur (Barkan, 1980: 579). Bunlar esas itibarıyla sahiplerinin mülkü olan kölelerdir. Fakat iktisadi ve sosyal gerekçelerle bunlara arazi, hayvan ve tohum verilerek bunların çiftçi olarak hayatlarını devam ettirmeleri uygun görülmüş, ancak bir yandan da bunların kölelik statüleri tamamen sona erdirilmemiştir. Bunlar hala köledirler. Üstelik ortakçı kul ile beylik çiftler arasındaki ilişkiler sıkı kurallara bağlanmıştır. Bundan dolayı ortakçı kul uygulamasının feodalitenin değil, köleliğin varlığına delil teşkil eder.
Malikaneler, vakıflar gibi tımar sisteminden sapmalar ise mülkiyet ilişkilerinin yapısını tümüyle değiştirecek nitelikte değildir. Bunlar padişah fermanları ile oluşmuş bulunan kurumlardır ve padişahın bir başka fermanı ile ortadan kaldırıldığına da sıkça rastlanmıştır.
Her ne kadar Erdost özel mülk toprakların, devlet mülkü haline getirilmesini, feodal mülkiyetin el değiştirmesi olarak görse de (Erdost, 1989: 55) özel mülkiyetin devlet mülkiyeti haline getirilmesi bundan daha farklı bir anlam taşır. Burada feodalitenin el değiştirmesi değil, merkezi otoritenin kendisi dışında hiçbir otoritenin varlığını istememesi ve bu politikasına uygun olarak kendisi dışındaki otoriteleri tasfiye etmesi söz konusudur.
Gerileme ve Dağılma Dönemi
Kuruluş ve yükselme dönemlerinde gayet iyi bir şekilde işleyen ve padişahın mutlak otoritesine dayanan merkeziyetçi sistem, gerileme ve dağılma döneminde giderek çözülmeye başlamıştır. Bu yapı 16. yüzyıldan itibaren sarsılmaya başlamış ve ülkenin değişik köşelerinde zorba ve derebeylerin türediği, eyaletlerdeki valilerin merkezi dinlememeye başladıkları, böylece ülkenin giderek anarşiye sürüklendiği, nihayet devletin son dönemlerinde de taşrada ayan sınıfının nüfuz ve kudretini artırdığı görülmektedir (Pamir, 2004: 71).
Özellikle 17. yüzyıldan sonra devlet yapısının ve tımar sisteminin bozulması sonucu, büyük miktarda arazi belli kişiler elinde toplanmaya başlamıştır. Fakat bu dönemde dahi merkezi yönetimin kendi otoritesini kabul ettirmek amacıyla çaba sarf ettiği görülmektedir. Sened-i İttifak bir yandan padişahın otoritesinin sınırlandırılması anlamına geldiği gibi bir yandan da padişahın ayanları kontrol etme isteğinin bir sonucudur.
Ayrıca 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi de merkezi otoritenin, arazilerin belirli kişilerin ellerinde toplanmasını önleme ve taşra üzerindeki etkinliğini artırmaya yönelik hükümler ihtiva etmektedir (Kenanoğlu, 2006: 114). Örneğin Arazi Kanunnamesi’nin 8. maddesine göre bir köy ya da kasaba arazisi, ne toptan ahalinin tümüne, ne de içlerinden bir kaçına verilemez. Her şahsa belirli bir arazi parçasının verilmesi ve verilen bu araziyi gösterir tapu senetlerinin düzenlenmesi gerekmekteydi.
Arazi Kanunnamesi’nin 130. maddesi de bir köyün topraklarının çiftlik haline getirilerek bir ya da birkaç kişiye dağıtılamayacağını hüküm altına almıştır. Bu maddeye göre bir köy ancak köy ahalisinin toptan kaybolması ve buraya yeniden ahali getirmek suretiyle iskan edilmezse çiftlik haline getirilerek bir ya da birkaç kişiye tevfiz edilebilir (Cin, 1966: 759). Aynı şekilde miri arazide şufa hakkının kullanılması da söz konusu değildir. Miri arazi mutasarrıfının arazisini başkasına devretmesi durumunda bitişik arazi (cari mülasık) malikinin şufa hakkı yoktur.
Bu hükümler güçlü toprak beylerinin oluşmasını engelleme amacı taşımaktadır (Kenanoğlu, 2006: 114). Ancak merkezi otorite bu konuda yeterince başarılı olamamış ve toprak aristokrasisinin ortaya çıkmasını önleyememiştir. Büyük çiftlikleri ele geçiren kişiler merkezi otoritenin gücü dışında davranmaya başlamışlardır (Kenanoğlu, 2006: 108). Bu yüzyılda Osmanlı yönetim yapısı merkeziyetçi karakterini çeşitli faktörlerin etkisi altında adım adım kaybetmiş ve bu faktörlerin geliştirdiği siyasi zemin üzerinde bir çeşit derebeyliği andıran ayanlık rejimi kurulmaya başlamıştır (Akdağ, 1963: 51).
Bütün bunların sonucunda Osmanlı da büyük toprağa sahip küçük bir kesim ile topraksız/az toprağı olan büyük bir kesim ortaya çıkmıştır ki bu tablo aynı şekilde Cumhuriyet’e de yansımıştır.
Mülkiyet yapısının bu şekilde değişmesinde çeşitli etkenler söz konusudur. En büyük etken de toprak sisteminin bozulması ve iltizam sistemidir. İltizam usulünün yaygınlaşmaya başlaması, iltizamların büyük tüccarların elinde toplanmasına neden olmuştur.
Aslında iltizam sistemi Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren mevcut bir kurumdur. Öyle ki 16. yüzyıla kadar olan dönem içerisinde iltizam usulüyle toplanan vergi gelirleri merkezi hazine gelirlerinin yarıya yakınını teşkil etmekteydi (Genç, 1975: 232). Fakat zamanla iltizam usulü yaygınlaşmaya başlamış ve belirli tımarların gelirleri önceden belirlenen tutarın ödenmesi karşılığında mültezimlere bırakılmıştır. İltizam usulü yaygınlaştıkça özellikle Batı Anadolu ve Balkanlar gibi zengin bölgelerde topraklar sınırlı sayıda bireylerin elinde toplanma eğilimi göstermiştir (Batmaz, 1996: 40).
Mültezimler iltizam haklarını kullanarak ve ilk topraklarına yeni topraklar ekleyerek kendilerini büyük çiftliklerin fiili sahibi kılmaya çalışmışlardır (Batmaz, 1996: 40). 1702 yılında devlet mukataalarının mültezimlere erkek evlada da geçmesi şartıyla verilmesine karar verilmesi, bu yolla vergi toplama yetkisinin mültezimlere geçmesi onları adeta bölgelerinin birer derebeyi yapmıştır (Akdağ, 1963: 51).
Üstelik mültezimlerin, iltizam bölgelerini devlete ödedikleri vergilerden daha düşük bir bedelle alt mültezimlere devretmeleri de mültezimlerin emek harcamadan büyük karlar elde etmelerine neden olmuştur. Ayrıca 18. yüzyıldan itibaren hazinenin çektiği nakit sıkıntısı nedeniyle merkezi hükümet giderleri arasında en büyük kalemi oluşturan merkezi ordu ve bürokrasiye mensup bir kısım ulufeliye, maaşlarını devlete bırakmaları karşılığında, bazı mukataaları, yıllık vergilerini hazineye ödemeye devam etmek üzere kayd-ı hayat şartıyla iltizama verilmeye başlanmıştır (Batmaz, 1996: 42).
İltizamın bu şekilde kayd-ı hayat şartıyla verilmesi ise iltizam sahibini tarım toprakları üzerinde malik gibi davranmaya itmiş ve bu kişilerin merkezi otoriteden bağımsız hareket etme isteklerine neden olmuştur. Bu sistem, tımar sahiplerinin miri arazi üzerinde mülk sahibi gibi davranmalarına, bu da yeni bir toprak aristokrasisinin ve ayanların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bu kişiler büyük miktarda toprak sahibi oldukları için kapılarına yığdıkları sekban ve sarıcalarla gerektiğinde merkezi otoriteye bile karşı çıkacak duruma gelebilmişlerdir. Üstelik iltizam sisteminde mültezimin devlete ödeyeceği verginin sabit olması, buna karşılık gelirlerini şu ya da bu şekilde artırabilme imkanlarının olması, mültezimlerin elinde sermaye birikimine ve ayanların güçlenmesine neden olmuştur. Ayanların ve kethüdaların yasal olmayan şekilde vergi toplamaları da bu süreci hızlandırmıştır. Bu sistem bir toprak aristokrasisi oluşturmaya başlamıştır.
Üstelik bu kişiler sadece vergi toplamakla kalmamakta, padişah adına da bazı yetkileri kullanmaktadırlar. 18. yüzyıla gelindiğinde ayanlar oldukça güçlenmiş (Pamir, 2004: 71) ve merkezi devletin otoritesi oldukça zayıflamıştır.
Enver Ziya Karal bu konuda şunları söylemektedir (Karal, 2004: 154-155):“Ülkenin değişik yerlerinde kimi ayan ve hanedanların bağımsızlıklarını ilân ederek kendi başlarına buyruk yaşamaya başladıkları görülmektedir. Örneğin Rumeli’de Sirozî İsmail Bey, Anadolu’da Cebbarzade Süleyman Bey ile Saruhan Mutasarrıfı Karaosmanoğlu Ömer Ağa, Bilecik’te Kalyoncu Mustafa büyük eyaletleri zaptetmiş bir halde, merkezden kopuk, kendi başlarına hareket ediyorlar, devlet onlar üzerinde nüfuz sağlamıyordu. Öte yandan Arnavutluk’un Toska bölümü Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa, Kegalık bölümü de Işkodra Valisi Kara Mahmut Paşa idaresi altındaydı. Halep ihtilâl içinde bulunuyor, Bağdat kölemenleri egemenlik davasına kalkışmışlar, Vahhabiler ise Mekke ve Medine’yi ellerine geçirmişler, hatta Osmanlı Padişahı’nın ismini hutbeden çıkarmışlardı.”
Bu dönemde ayanlar padişahların tahta çıkmasında ya da tahttan indirilmesinde söz sahibi haline gelmişlerdir. Özellikle Sened-i İttifak bazı yazarlarca derebeylik rejiminin tescil edilmesi olarak algılanmıştır. Pamir’e göre Sened’in sonunda yer alan Zeyl’de, Sened’de öngörülen şartların zamanla değiştirilmesini önlemek için, o tarihten sonra sadrazam ve şeyhülislâm olacakların, makamlarına geçer geçmez Sened-i İttifak’ı imzalayarak hükümlerine harfiyen uymalarının kararlaştırılması ayanların derebeyliklerini Avrupa’daki feodalite düzeni gibi meşrulaştırarak haklarının babadan oğula geçmesini sağlamak amacını gütmektedirler.
Bundan dolayı, o dönemde batı toplumlarında feodalite çoktan tarihe karışıp burjuva düzenine geçilmişken, Osmanlı Devleti’nde çarklar ters istikamette çalışmakta ve derebeylerin egemen olduğu feodal bir düzene doğru kayma eğilimi göze çarpmaktadır (Pamir, 2004: 77).
İltizam sisteminin yanı sıra zürri vakıflar da merkezi otoritenin taşradaki yerel güçler karşısında otoritesinin zayıflamasına neden olmuştur. Bu vakıfların mülkiyet ilişkileri açısından çok önemli iki fonksiyonu söz konusu olmuştur. İlk olarak zürri (evlatlık) vakıflar, mülkiyetin vakıf kisvesi altında miras yoluyla geçmesini sağlamıştır. Ayrıca kişinin tüm mal varlığı vakıf çatısı altında toplandığı için mirasın şer’i miras hükümlerine göre parçalanması önlenmiştir. Evlatlık vakıfların ikinci fonksiyonu vakıf mülkiyetindeki malların devlet otoritesinden belirli bir ölçüde de özerkleşmesine neden olmasıdır.
Bunların yanı sıra merkezi otoritenin zayıflaması da mülkiyet ilişkilerinin şekilde değiştirmesine neden olmuştur.
Bütün bu hususlar merkezi otorite dışında yerel otoritelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Soysalın ifadesiyle “Batıda feodalite yıkıldığı zaman eski senyörlerin elden çıkardıkları topraklar yeni gelişen burjuvazinin gücünü arttırırken, Osmanlı İmparatorluğunda tımar sisteminin çökmesi eskiden merkezi otoriteye sıkı sıkıya bağlı olan yöresel güç sahiplerinin ortadan kalkmasına değil, tam tersine büsbütün güçlenip birer ‘derebeyi’ kesilerek merkeze başkaldırmalarına yol açmıştı.” (Soysal, 1969:16)
Bundan dolayı bu dönemdeki mülkiyet ilişkileri, feodaliteyi andırmaktadır (Akdağ, 1963: 58). Hatta Sened-i İttifak da ayanların otoritelerinin tanınması ve padişah otoritesinin kısıtlanması bakımından fiilen var olan feodalitenin hukukileşmesi anlamına gelmiştir (Güvenç, 2008: 40). Üstelik bu ayanlar arasında servet miktarına göre bir kademelenme de söz konusu olmuştur. Bu ayanların reayaya oldukça kötü davranmaları ve merkezi idarenin buna ses çıkarmaması da feodaliteyi düşündürmektedir.