1. Anasayfa
  2. Gayrimenkul Makaleleri

İslam Hukukunda Vakıflar ve Osmanlı Toprak Hukukunda Vakıf Arazi


İslam Hukukunda Vakıf Nedir?

Vakıf, taşınır veya taşınmaz bir malın veya maldan elde edilecek gelirin sosyal yardım amacı ile bir işe tahsis edilmesidir. Hayır amacı ile tahsis edilen vakıf mallarının “Allah’ın mülkü” olarak kabul edilmesi nedeniyle vakıf taşınmazlarının haczedilemez, rehnedilemez ve el konulamaz olduğu kabul edilmiştir. Vakıf, Allahın mülkü olduğu için kimse vakıf malına el uzatamaz. Vakıf malları zaman aşımı ile iktisap edilemez. Vakıf, kadı’nın hükmü şer’iye defterine yazılarak tescil edilir.

İslam Hukukunda Vakıflar

İslamiyet vakıfların hayır müessesi olması dolayısıyla vakıf kurmayı teşvik etmiştir. Fetihlerle gelişen İslam imparatorluğunda artan refah seviyesi de vakıf kurulmasının önemli bir nedenini teşkil etmiştir (Tuş, 1999: 184). Bir yandan artan refah seviyesi, bir yandan da İslam devletlerinin vakıfları teşvik etmesiyle vakıf sayısında hızlı bir artış görülmüştür.

İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed tarafından “Menfaati insanlara ait olmak üzere bir malı Allahın mülkü hükmünde daimî surette temlik ve temellükten hapis ve men eylemek ve vakfeden kimsenin arzu ettiği cihete sarf etmektir” şeklinde tanımlanan (İşeri, 1964: 199) vakıf kurumunun İslamiyet öncesi Arap toplumunda varlığı konusu daha İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren tartışma konusu olmuştur (Hatemi, 1977: 204).

Bu anlamda İslamiyet öncesi Arap toplumunda vakıf müessesesinin bulunup bulunmadığı konusunda görüş birliği bulunmamaktadır. İmam-ı Şafii İslamiyet öncesi cahiliyet zamanında İslami maksad ve gaye ile vakıf hareketi bulunmadığını, vakıf kurumunun İslamiyet’le başladığını söylemiştir (Berki, 1957: 22).

İslamiyet Öncesi Arap Toplumunda Vakıflar

Buna karşılık bazı yazarlar Arap toplumunda vakıf müessesini İslamiyet’le başladığına dair ifadelerin tarihi hiçbir bulguya dayanmadığını ifade etmişlerdir (Köprülü, 1938: 1). Üstelik bu tartışmanın bir de bugünkü anlamıyla vakıf müessesinin İslamiyet’ten önce var olup olmadığı boyutu vardır. Vakıflar konusunda çalışma yapmış pek çok yazar İslamiyet öncesinde bir takım hayır müesseseleri bulunduğunu kabul etmekle beraber bugünkü anlamda vakıf müessesesinin İslamiyet’le başladığını vurgulamaktadır.

Örneğin Ali Himmet Berki’ye göre “Eski kavimlerde ibadethane ve emsali bir takım hayır müesseseleri vücude getirildiği sabit ve meşhut ise de, İslâmî şekil ve gaye ile fukaraya vakıf islâmiyetle başlamış denebilir. Bir takım vesika ve eserlerden anlaşıldığı üzere, Kable’l İslâm hayır seven Türk milleti hayırlı bir takım eserler bırakmışlardır. İslamiyetin ruhuna uygun o an Türkün temiz yaradılış ve duyguları, İslâm dininin taalimi ile bir kat daha inkişaf ve tekâmül etmiştir.” (Berki, 1946: 4). Ali Haydar ve Ömer Hilmi Efendi de aynı kanaattedir (Köprülü, 1951: 494).

Tartışmalar ne olursa olsun İslam toplumunda vakıf müessesinin ilk zamanlardan itibaren mevcudiyeti bilinmektedir. Hz. Muhammed de “İnsan öldüğü zaman ameli nihayet bulur. Fakat üç şeyden neşet eden amel nihayet bulmaz; bu amellere sevap kaydolunur. Bu üç şeyden biri kıyamete kadar kalacak olan sadaka, yani vakıf suretiyle vücuda getirilen hayri eserler…” diyerek vakıf kurmayı teşvik etmiş, kendisi de Medine’de bulunan mallarını vakfederek bu konuda öncü olmuştur (Berki, 1957: 22).

Ancak İslam toplumunda ilk vakfın ne zaman kurulduğu konusunda da görüş birliği bulunmamaktadır. Berki’ye göre İslam toplumunda vakıflar ilk olarak Hz. Muhammed zamanında ortaya çıkmıştır (Berki, 1957: 22).  Ancak Talegani, İslam’da vakıf geleneğinin Hz. Ali ile başladığını vurgulamaktadır (Talegani, 1989: 137). Bazı yazarlar ise vakıf geleneğinin Hz. Ömer ile başladığını ifade etmişlerdir. Bu yazarlara göre Hz. Ömer, daha Hz. Muhammed hayatta iken O’nun teşviki ile bir taşınmazını vakfeylemiştir.

Osmanlı İmparatorluğunda Vakıflar

Osmanlı toprak sistemi her ne kadar mirî arazi esasına dayansa da zaman içinde mirî arazinin çeşitli nedenlerle vakıf arazi haline gelmesi nedeni ile Osmanlı toprak sisteminde de vakıf arazinin ağırlığı küçümsenemeyecek boyutlara ulaşmıştır.

Bazı yabancı yazarlar tarafından Osmanlı ülkesindeki ekilebilir toprakların üçte birinin, kapalı alanların ise dörtte üçünün vakıf olduğu ve vakıf gelirlerinin devlet gelirlerinin üçte birine yaklaştığı ileri sürülmüştür (Köprülü, 1951: 495). Osmanlı İmparatorluğu döneminde vakıfların İslam toplumundaki yeri ve hayır işleme vesilesi olması dolayısıyla başta hanedan ailesi olmak üzere pek çok vakıf kurulmuştur. Başta padişah ve hanedanın diğer aileleri olmak üzere, devlet ricalinin en büyüğünden en küçüğüne kadar birçok şahıs, vakıf tarzında ibadet yerleri, medreseler, kütüphaneler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, sebiller, şifa yurtları gibi içtimaî muavenet ve sıhhat müesseseleri, köprüler ve yollar gibi nafia müesseseleri meydana getirmişlerdir (Köprülü, 1951: 495).

Osmanlı döneminde kurulan vakıfların ilk bakışta hayır işlemek ve sevap kazanmak gibi amaçlarla kurulduğu görülmekte ise de; başka nedenlerle de kurulan vakıflar da mevcuttur. Bu amaçlardan bir tanesi müsadereden (zor alım) kurtulmaktır. Tanzimat Fermanına kadar, padişahlar fermanları ile kişilerin mallarına el konulabiliyordu. Dinî nedenlerle vakıflara dokunulmadığı için, birçok zengin, zoralımdan kurtulmak için “zürrî vakıflar” (miras yolu ile intikal eden vakıflar) kurarak, gelirinin bir kısmını hayır işlerine, geri kalanını da evlatlarına bırakır, soy tükenince de bütün mal varlıkları vakfa intikal ederdi.

Vakıf Arazi (Arazi- i Mevkufe) Nedir?

Genel bir deyimle; “Vakıf, sosyal yardım amacıyla bir malın, bir hayır işine tahsisidir”. Doktrinde Vakıf, “Menfaati insanlara ait olmak üzere bir malı Allahın mülkü hükmünde daimî surette temlik ve temellükten hapis ve men eylemek ve vakfeden kimsenin arzu ettiği cihete sarf etmek” şeklinde tarif edilmektedir.

İslam Hukukunda kökenlerini bulan vakıflar Allah’ın mülkü sayıldığı için ona kimse dokunamaz, vakıf edilen arazi haciz edilemez, rehin ve ipotek edilemez. Vakıf malları zaman aşımı ile iktisap edilemez. Vakıf, kadı’nın hükmü şer’iye defterine yazılarak tescil edilir.

Osmanlı toprak sistemi her ne kadar mirî arazi esasına dayansa da zaman içinde mirî arazinin çeşitli nedenlerle vakıf arazi haline gelmesi nedeni ile Osmanlı toprak sisteminde de vakıf arazinin ağırlığı küçümsenemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde vakıfların İslam toplumundaki yeri ve hayır işleme vesilesi olması dolayısıyla başta hanedan ailesi olmak üzere pek çok vakıf kurulmuştur. Başta padişah ve hanedanın diğer aileleri olmak üzere, devlet ricalinin en büyüğünden en küçüğüne kadar birçok şahıs, vakıf tarzında ibadet yerleri, medreseler, kütüphaneler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, sebiller gibi içtimaî muavenet ve sıhhat müesseseleri, köprüler ve yollar gibi bayındırlık müesseseleri meydana getirmişlerdir.

Öğretide vakıflar; niteliklerine, idarelerine ve vakfedilen malın kullanım şekline göre sınıflandırılmaktadır.

İslam Hukukunda Vakfın Şartları

Bir malın vakfedilebilmesi için bazı şartların yerine gelmiş olması gerekir. Her ne kadar Hanefi mezhebi imamlarından Ebu Yusuf “vakfettim” demekle vakfın kurulmuş olduğunu savunmuş ise çoğunluk görüşüne ve uygulamaya göre bir malın vakfedilebilmesi için bazı şartların yerine gelmiş olması gerekir. Vakfı “bir kimsenin malını müebbeden bir maksada tahsis etmesi” şeklinde tanımlarsak vakfın şartları şunlardır:

1) Öncelikle vakfeden kişinin (vâkıf) fiil ehliyetinin ve rızasının olması gerekir. Fiil ehliyeti olmayan kişinin malını vakfetmesi mümkün değildir.

2) Rıza da önemli bir şarttır. Bir kişi malını vakfetmeye zorlanırsa, sonradan icazet vermediği sürece vakıf geçerli olmaz.

3) Ayrıca vakfedilen malın vakfeden kişinin mülkünde olması gerekir. Başkasının mülkünü vakfetmek mümkün değildir. Bu anlamda mera, orman, yol gibi kamunun ortak kullanımında bulunan malların vakfedilmesi mümkün değildir. Ancak Osmanlı hukukunda görüldüğü üzere kuru mülkiyeti devlete ait olan miri arazinin gelirinin vakfedilebilmesi mümkündür.

İslam ve Osmanlı hukukunda genellikle taşınmazların ya da bunların gelirlerinin/tasarruf haklarının vakfedildiği bilinmektedir. Buna karşılık taşınabilir varlıkların vakfedilip edilemeyeceği konusu oldukça tartışmalıdır. Başta para vakıfları olmak üzere bu konu, Osmanlı hukukçularının sürekli ilgilendiği ve farklı görüşlerin ortaya çıktığı bir mesele olmuştur. Bu konuda Molla Hüsrev konuyla ilgili doktrindeki tartışmalara girmeden para vakfının Hanefi mezhebi hukukçularından Züfer’in öğrencisi Ensarî tarafından caiz görüldüğünü aktarmış ve şeyhülsilamlığı esnasında para vakıflarını tescil etmiştir (Okur, 2005: 41). Buna karşılık Molla Husrev’in öğrencilerinden Ahî Çelebi, para vakıflarının şer’i olmadığını, tam aksine örfi olduğunu vurgulamıştır. 

İslam Hukukunda Vakıf Malların Mülkiyeti Kime Aittir?

Vakıf mallarının kimin mülkiyetinde olduğu konusunda görüş ayrılığı mevcuttur (İnalcık, H. (1959) “İslam Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü ve Osmanlı Devletindeki Şekillerle Karşılaştırılması”, s: 32).

Ebu Hanife ile Maliki ve Hanbeli hukukçulara göre vakıf mallarının ayn’ı (rekabesi) vakfeden kişide kalır (Çalış, 2004/a: 62). İmam-ı Azam’a göre vakıf “Memlûk bir aynî vâkıfın mülkünde hapis ve menfaatini fukaraya yahut vücuh-ü birre tasadduktan ibarettir” (Köprülü, 1951: 517; İşeri, 1964: 199; Çalış, 2004/a: 61). Bundan dolayı vakfedilen mal, vakfeden kişinin mülkiyetinden çıkmaz (Yeniçeri, 1986: 270).

İmamı Azam’a göre vakfetmek, malın sadece fayda ve menfaatlerini vermek anlamına gelir. Mülkiyetin vakfedenden çıkması söz konusu değildir. Ancak vakfeden kişi vakfedilen mal üzerinde vakfın amacına aykırı tasarruflarda bulunamaz (Akagündüz, 1988: 110). İmamı Azam mescit ve kabristan vakfından başka vakıfların lüzum ifade etmeyeceğini ve bundan dolayı vakfedenin sağlığında ve vefatından sonra da varislerinin bu vakıftan rücu edebileceğini ifade etmiştir.

Üstelik İmam-ı Azam vakfedilen malın mirasçılara geçebileceğini kabul etmiştir. İmam Malik de bir malın vakfedilmesinin, onun vakfeden kişinin mülkünden çıkmasına neden olmayacağını, ancak vakfetme işleminin malikin mülkiyet hakkını kısıtladığını vurgulamaktadır (İnalcık, 1959: 32; Köprülü, 1951: 515). Maliki ve Hanbeli hukukçular da bu tanıma bağlı kalarak vakfedilen malın, vakfeden kişinin mülkiyetinden çıkmayacağını ileri sürmüşlerdir (Çalış, 2004/a: 62). Ancak vakfeden kişinin, mal üzerindeki tasarruf yetkisi de oldukça kısıtlı olarak kabul edilmektedir.

Buna karşılık başta Ebu Yusuf ve İmam Muhammed olmak üzere Hanefilerin çoğunluğu vakfedilen malın Allah’ın mülkü olmak üzere vakıf tüzel kişiliğinin mülkiyetine geçtiğini savunmuşlardır (Akagündüz, 1988: 110; İnalcık, 1959: 33). Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in vakıf tanımı “Bir mülkün menfaatini halka tahsis edip Allah’ın mülkü hükmünde olmak üzere temlik ve temellükten ebediyen alıkoymaktır” şeklindedir. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre lehine vakıfta bulunulan kişilerin (mevkufun leyh), vakfedilen malın ayn’ına dokunmamak şartı ile yalnızca menfaatten istifade etme hakkı vardır (Çalış, 2004/a: 61). Burada “Allah’ın mülkünde olmak” kavramı, mecazi anlamda kullanılmıştır ve vakfedilen mal hayır işine tahsis edildiği için bu malın özel mülkiyete konu olamayacağı anlamına gelir.

Şafiler ise vakfedilen malın vakfeden kişinin mülkiyetinden çıktığını, vakfedilen malın herhangi bir malikinin bulunmadığını, bu anlamda vakıf mallarının özel mülkiyet konusu olmayacak (gayr-ı memluk) mallardan olduğunu kabul etmişlerdir (İnalcık, 1959: 33). Ancak Çalış, İmam Şafii’nin Ebu Yusuf ve İmam Muhammed ile aynı görüşte olduğunu belirtmektedir (Çalış, 2004/a: 61). Azınlıkta kalan görüşe göre de vakfedilen malın mülkiyeti, lehine vakfedilen kişilere (mevkufunleyh) geçer.

Pozitif İslam ve Osmanlı hukuku vakfedilen malın kuru mülkiyeti Allah’a ait olmak üzere vakıf tüzel kişiliğinin mülkiyetine geçtiğini kabul etmiştir. Bu malların mülkiyetinin tekrar özel mülkiyete dönmesi söz konusu değildir. Bundan dolayı vakfeden kişinin belirlediği şartların dışında vakıfta değişiklik yapması (Tuş, M. (1999) “Osmanlılarda Özel Toprak Mülkiyeti”, s: 187) ya da vakıftan rücu etmesi (vakfedilen malı tekrar özel mülk haline getirmek) mümkün değildir.

Ancak bu görüş yalnızca sahih vakıflar için geçerlidir. Arazi Kanunnamesi’nin 4. maddesine göre vakfedilen mülk arazinin hem rekabesi (kuru mülkiyeti), hem de tasarruf hakkı vakfa ait olur. Buna karşılık miri arazinin gelirinin, tasarruf hakkının ya da her ikisinin birden vakfedilmesiyle oluşan gayri sahih vakıflar, vakfedilen arazinin yalnızca gelirine, tasarruf hakkına ya da her ikisine birden malik olurlar. Ancak vakfedilen arazinin kuru mülkiyeti devlete ait olmaya devam eder. Kanunname’nin 4. maddesi bu vakıfların tasarrufunda bulunan malların kuru mülkiyetinin devlete ait olacağını açıkça vurgulamıştır.

Bu yazımız da ilginizi çekebilir:  1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirleri Kanunu

Vakıf Mallar Satılabilir mi? Vakfa Ait Taşınmaz Satılabilir mi?

5737 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun 12. maddesi vakıf malların satılabileceğini düzenlemektedir. Bu maddede vakıf malların satılıp satılmaması, vakfın niteliğine göre belirlenmiştir.

Maddeye göre ” Genel Müdürlüğe ve mazbut vakıflara ait akar mallar ile hakların daha yararlı olanları ile değiştirilmesine, paraya çevrilmesine veya değerlendirilmesine Meclis yetkilidir. Mülhak, cemaat, esnaf vakıfları ile yeni vakıflara, başlangıçta özgülenen mal ve haklar, vakıf yönetiminin başvurusu üzerine, haklı kılan sebepler varsa, Denetim Makamının görüşü alınarak mahkeme kararı ile sonradan iktisap ettikleri mal ve hakları ise bağımsız ekspertiz kuruluşlarınca düzenlenecek rapora dayalı olarak vakıf yetkili organının kararı ile daha yararlı olanları ile değiştirilebilir veya paraya çevrilebilir.”

a) Vakıflar Genel Müdürlüğüne ve Mazbut Vakıflara Ait Satılabilir mi?

5737 sayılı Kanun‘un 12. maddesine göre “Genel Müdürlüğe ve mazbut vakıflara ait akar mallar ile hakların daha yararlı olanları ile değiştirilmesine, paraya çevrilmesine veya değerlendirilmesine Meclis yetkilidir.”

Bu hüküm belirli şartlar altında vakıf malların satılmasına izin vermektedir. Bunlardan ilki, söz konusu malın, “akar mal” olmasıdır. Akar; vakıf amaç ve faaliyetlerinin yerine getirilmesi için gelir getirici şekilde değerlendirilmesi zorunlu olan taşınır ve taşınmazlar demektir. Yani Genel Müdürlüğe ve mazbut vakıflara ait gelir getirici malların satışı mümkündür.

Buna karşılık bu vakıfların doğrudan doğruya hayrattan olan gayrimenkulleri satılamaz. 5737 sayılı Kanun sadece akar malların satışına cevaz vermiştir.

Buna karşılık, daha önceki kanun olan 2762 sayılı Vakıflar Kanunu da vakıfların doğrudan doğruya hayrattan olan gayrimenkullerinin istisnai hallerde satılabileceği öngörmekte idi. 2762 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun 8. maddesinde “Vakıfların doğrudan doğruya hayrattan olan gayrimenkulleri rehnedilemezler. Bunlardan mülkiyet ve irtifak hakkı için iktisap müruru zaman işlemez ve bu kanunun gösterdiği haller dışında satılamazlar.” hükmü  yer almakta idi. Bu maddeye göre, bu vakıfların doğrudan doğruya hayrattan olan gayrimenkulleri, kanunda belirtilen istisnai durumlarda ve kanunun izin verdiği hallerde satılabilecektir.

Bu istisnai durum ise 2762 sayılı Vakıflar Kanunu‘nun 12. maddesinde açıklanmıştır. Bu maddeye göre, tahsis edildikleri maksada göre kullanılmaları kanuna veya amme intizamına uygun olmıyan veyahut işe yaramaz bir hale gelen hayrat vakıflar, idare meclisinin teklifi ve Bakanlar Heyetinin kararı ile mümkün mertebe gayece aynı olan diğer hayrata tahsis edilebileceği gibi bu kabil hayrat ayın veya para ile değiştirilerek elde edilecek ayın veya para dahi aynı suretle diğer hayrata tahsis olunabilir. 

2762 sayılı Vakıflar Kanunu döneminde vakıf mallarının satışıyla ilgili olarak 2950 sayılı Vakıf Malların Taksitle Satılması ve Kiraya Verilmesi Hakkında Kanun yürürlüğe konulmuştur.

b) Mülhak, Cemaat, Esnaf Vakıfları İle Yeni Vakıflara Ait Satılabilir mi?

5737 sayılı Vakıflar Yasasının, ‘Vakıfların mal edinmesi, akar cinsinden olan malların değiştirilmesi’ başlıklı 12. maddesinde ise; ‘Vakıflar; mal edinebilirler, malları üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilirler. Mülhak, cemaat, esnaf vakıfları ile yeni vakıflara, başlangıçta özgülenen mal ve haklar, vakıf yönetiminin başvurusu üzerine, haklı kılan sebepler varsa, denetim makamının görüşü alınarak mahkeme kararı ile sonradan iktisap ettikleri mal ve hakları ise bağımsız ekspertiz kuruluşlarınca düzenlenecek rapora dayalı olarak vakıf yetkili organının kararı ile daha yararlı olanları ile değiştirilebilir veya paraya çevrilebilir’ hükümleri düzenlenmiştir.

Osmanlı Toprak Hukukunda Niteliklerine Göre Vakıflar

Vakıflar vakfedilen malın mülkiyetine göre sahih vakıflar ve gayri sahih vakıflar olmak üzere ikiye ayrılmıştır.

a) Sahih Vakıflar

Sahih vakıflar, kişilerin özel mülkiyetinde bulunan malların (mülk arazinin) vakfedilmesidir Bunlar,  Arazi Kanununun kabul ettiği beş çeşit araziden biri olan mülk arazinin, maliki tarafından herhangi bir zaman sınırı konulmaksızın, ebedi olarak bir hayır işine tahsis olunması ile kurulmuş vakıflardır. Tahsisle birlikte arazinin mülkiyet hakkı da devredilmekteydi. Bu anlamda sahih vakıf, bir kişinin özel mülkiyetindeki bir taşınmazı süresiz olarak vakfetmesidir.

Mülk arazilerde kuru mülkiyet ve tasarruf hakkının her ikisi birden mülk sahibi tarafından vakıf tüzel kişiliğine intikal ettirildiğinden, sahih vakıflar vakfiye şartlarına göre mütevellileri tarafından yönetilir ve bu tür vakıflara Arazi Kanununun hükümleri uygulanmaz.

b) Gayrisahih (İrşadi) Vakıflar

Buna karşılık miri arazinin geliri veya tasarruf hakkı veya her ikisi birden tahsis ediliyorsa buna gayri sahih vakıf denilmektedir. Bizzat padişahın veya onun yetkili kıldığı, Devlet memurunun izni ile bir kısım miri arazinin gelir ve menfaatinin, kuru mülkiyeti (rakabe) Devlette kalacak biçimde mutasarrıfı tarafından vakıflaştırılması, yani bir amaca tahsis edilmesidir. Rakabe devlette kaldığı için miri araziye uygulanan hükümler bu tür arazilere de uygulanmaktaydı.

Burada vakfedilen mirî arazinin kendisi değil; kulanım hakkı, geliri veya her ikisidir. Bu vakıflar aynı zamanda tahsis ya da irşad kabilinden vakıflar olarak da adlandırılmıştır. Mirî arazi üzerindeki vakıfların tahsis ve irşad türünden gayri sahih vakıflar olduğu, bu tür vakıfların tasarruf hukuku ile ilgisi ve dolayısıyla bunlar üzerinde vakıfların aynî bir hakkının söz konusu olmadığı, aşarın ilgası ile aşar ve rüsumu vakfedilmiş gayri sahih vakıflardan taviz bedeli alınamayacağı hususunda öğretide görüş birliği mevcuttur. Gayri sahih vakıflar, devletin yapmakla yükümlü olduğu bir amaç için tahsis edilmişse bu tür tahsislere, tahsis-i sahih; devletin yapmakla yükümlü olduğu bir amaç için tahsis edilmemişse bu tür tahsislere, tahsis-i gayri sahih denilmiştir (Tuş, 1999: 186).

Gayri sahih vakıflar üç şekilde ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi padişahın ya da saltanat ailesinden olan kişilerin bir kamu hizmetini sürdürmek amacı ile mirî araziden bir kısmını vakfetmesidir ki bu tür vakıflara “tahsisat kabilinden vakıf” denir. İkinci şekil ise mirî arazinin mutasarrıfı tarafından çeşitli amaçlarla, taşınmazın kulanım hakkının, gelirinin veya her ikisinin birden vakfedilmesidir. Burada taşınmazın bizzat kendisi değil, kullanım hakkı, aşar ve rüsumu veya her ikisi birden vakfedilmektedir. Bu anlamda tahsisat üç şekilde yapılmaktaydı:

– Rekabesi (Kuru Mülkiyeti) Devletin olan mir’i arazinin, hukuku tasarrufiyesi de Devlete (Beytülmale) ait olmak üzere, aşar ve rüsumunun vakfedilmesi,

– Aşar ve rüsumu Devlete ait olmak şartıyla hukuki tasarrufiyesinin bir cihete tahsis edilmesi,

– Aşar ve rüsumu ile birlikte, hukuki tasarrufiyesinin de bir hizmete arz ve tahsis olunması.

Gayrisahih vakıflarda konu mir’i arazi olup kuru mülkiyet Devlete ait olduğundan bu vakıflar hukuki anlamda vakıf değildirler. Bunlara vakıf denilmesinin nedeni aşar ve rüsum gibi yararlanma hakları ile hukuki tasarruflarının devamlı olarak bir amaca tahsis edilmiş olmasıdır. Bu nedenle bunlara “tahsisat kabilinden vakıf’ veya “irşadi vakıf’ ismi de verilmektedir.

Yararlanan Kişilere Göre Vakıf Türleri

Vakıflar, yararlanan kişilere göre hayri vakıflar, zürri vakıflar ve avarız vakıfları olmak üzere üçe ayrılır.

a) Hayri Vakıflar

Hayri vakıflar, hayır işlemek amacıyla kurulan ve tüm insanların yararlandığı vakıflardır. Bu vakıflardan yararlanma açısından zengin-fakir, ihtiyacı olan-olmayan şeklinde bir ayrım söz konusu değildir. Herkes bu vakıflardan yararlanma hakkına sahiptir.

b) Zürri Vakıflar

Zürri vakıflar ise mallarının müsadere edilmesinden endişelenen kişilerin, bu mallardan çocuklarının faydalanması amacıyla malların gelirlerini çocukları için vakfetmesidir. Bu vakıfları meşrutun-lehleri (yararlanan kişiler) vakfedenin çocukları olduğu için bu vakıflara zürri ya da ailevi vakıflar denilmiştir (Tuş, M. (1999) “Osmanlılarda Özel Toprak Mülkiyeti”, s: 186).

c) Avarız Vakıfları

Eğer vakfedilen mallardan ya da gelirlerinden sadece zor durumda olanlar yararlanabiliyorsa bu tür vakıflara avarız (arızalar) vakıfları denilmiştir. “Zor durumda olma” kriteri her vakfın kendisi tarafından belirlenmektedir, ancak genellikle sel, deprem gibi felaketlere maruz kalan, evi yanan, hastalanan kişilerin yararlanması amacıyla tahsis yapılmıştır.

Osmanlı Toprak Hukukunda İdarelerine Göre Vakıflar

İdarelerine göre vakıflar, “mazbut vakıflar”, “mülhak vakıflar” ve “müstesna vakıflar” olmak üzere üç kısımda incelenmektedir.

Evkaf Nezareti (Bakanlığı) kaldırılmadan önce bu Bakanlık tarafından yönetilen ve Vakıflar Genel Müdürlüğünün kurulmasından sonra 2762 sayılı Kanunla yönetimi bu Genel Müdürlüğe verilen vakıflar “mazbut vakıf” olarak adlandırılmaktadır. Yönetimleri vakfedenlerin ferilerine şart edilmiş olan (vakfedenlerin önceden yöneticileri belirlediği) vakıflara “mülhak vakıf”;. vakfiyelerindeki şartlara uygun olarak hiçbir müdahaleye tabi olmaksızın doğrudan doğruya mütevellileri (vakıf idarecisi) tarafından idare olunan vakıflara da “müstesna vakıf” denilmiştir.

Osmanlı Toprak Hukukunda Vakfedilen Malın Kullanım Şekline Göre Vakıflar

Vakfedilen malın kullanım şekline göre vakıflar “hayrat vakıflar” ve “hayrat olmayan vakıflar” şeklinde ayrıma tabi tutulmaktadır.

a) Hayrat Vakıflar

Vakfedilen malın hayır işlerinde doğrudan doğruya kullanılması halinde bu vakfa Hayrat Vakfı ismi verilirdi. Öncelikle vakfedilen mal, hayır işlerinde bizzat kullanılıyorsa (cami, medrese, kütüphane, köprü, çeşme gibi) buna ayn’ıyla intifa edilen vakıf denilir. Bu vakıflar doğrudan doğruya hayır işleme amacıyla kurulan ve mevkufunaleyhi (vakıflardan yararlanan) bütün insanlar veya fakirler olan vakıflardır. Bu vakıflar toplumun tamamının kullanımına açıktır. Bundan dolayı bu vakıflara müessesatı hayriye denilmiştir (Tuş, 1999: 186). Örneğin ibadet yerleri (cami, mescit, namazgah, medreseler), okullar, imaretler (yiyecek dağıtılan yerler), tekkeler, kütüphaneler, misafirhaneler, köprü, hastane, çeşme ve hamam gibi doğrudan doğruya hayır müessesesi olarak kullanılan yerler.

b) Hayrat Olmayan Vakıflar

Buna karşılık vakfın amacında doğrudan kullanılmayan, fakat sağladığı gelirle vakıf hizmetlerinin devamını sağlayan vakıflara ayn’ıyla intifa olunmayan vakıflar denir. Bu tür mallar, vakfa gelir getirmesi için tahsis edilirler. Bunlara aynı zamanda hayrat olmayan vakıflar da denilir

Bu vakıflar, vakfedilen malların toplam geliri ile hayır işlerinin yürütüldüğü vakıflardır. İcare- i vahideli vakıflar, icareteynli vakıflar (iki kiralı olanlar), mukataalı vakıflar ve icare- i vahide- i kadimeli vakıflar şeklinde dört kısma ayrılmışlardır. Burada sadece mukataalı vakıflar ile icareteynli vakıflardan bahsedilecektir.

İcareteynli ve mukataalı vakıfları birbirinden ayıran temel fark; mukataalı vakıflarda mütevellinin (vakıf idarecisi), icareteynli vakıflarda olduğu gibi kiralama öncesi peşin alınan parayla vakfı tamir ve inşa etmek zorunda olmayışıdır. Ayrıca, mukataalı vakıfta, harap olan vakıf taşınmazı, kiracı tarafından tamir ve inşa edilmek suretiyle taşınmazın vakıf olma niteliği değişmeden, meydana getirilen fazlalıklar kiracının mülkiyetine geçerdi.

b.1. Mukataalı Vakıflar

Mukataalı Vakıflar, zorunluluklar sonucu doğmuştur. Vakıf yer haraptır. Vakıf taşınmaz kendi olanakları ile vakıf tarafından inşaa ve onarılmasının mümkün olmaması sebebiyle bina yapmak, ağaç veya bağ çubuğu dikmek ve bunların durması karşılığında vakfa her sene maktu bir zemin kirası (icare- i zemin) ödenmek suretiyle kiralanmış, yapılan bina ve dikilen ağaçlar yapanın veya dikenin malı sayılmış ve ölümü ile de, mirasçılarına geçeceği ve mukataa (kira) karşılığı verildiği sürece sözleşmenin geçerli kalacağı ve arazi üzerine yapılan muhdesatın kaldırılamayacağı kabul edilmiştir. Bu tür vakıfların kurulması için, mahkemece verilen izin (hakimin izni) yeterli olmayıp ayrıca Padişahın izin ve iradesine de ihtiyaç duyulmuştur.

b.2. İcareteynli Vakıflar

İcareteynli vakıflar, mukataalı vakıflar gibi olayların meydana getirdiği zorunluluklar sonucu doğmuş bir vakıf türüdür. Vakıf binalarının yanması, yıkılması ve vakıf tarafından tekrar inşaa için ekonomik gücün yaratılmaması veya kısa süre ile kiralanmasının mümkün olmaması ya da kısa süreli kiralamaya istekli çıkmaması nedeniyle bir tür süresiz kiraya benzeyen usule gidilmiş, mutasarrıfından gerçek değerine yakın veya eşit “icare- i muaccele” denilen peşin kira bedeli alınıp yanan, harap olan bina vakıf tarafından yeniden inşaa ve tamir ettirilerek her sene icare- i müeccele (veresiye kira) denilen küçük bir bedel karşılığında süresiz olarak kiracılara (mutasarrıflara) bırakılmıştır. Peşin veya her yıl alınan icar (kira) usulüne de “iki, yani çifte icare” anlamında icareteyn adı verilmiştir.

Osmanlı Toprak Hukukunda Vakıf Arazi (Arazi- i Mevkufe)
Osmanlı Toprak Hukukunda Vakıf Arazi (Arazi- i Mevkufe)