1. Anasayfa
  2. Gayrimenkul Makaleleri

Tüfek, Mikrop ve Çelik: Az Gelişmişlik Kader Mi?


Suat ŞİMŞEK Twitter’de Takip Edin
Giriş

Eşitsizliğin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Güney yarım kürenin pek çok ülkesinde insanlar açlıktan kırılırken kuzey yarım küre obezite ve aşırı tüketimle mücadelenin yollarını arıyor. Refahın ülkeler arası dağılımının bu derece eşitsiz ve adaletsiz olması, doğal olarak, iktisatçılardan sosyologlara pek çok bilim adamının dikkatini ve ilgisini ülkeler arası gelişmişlik farklarına vermesine neden oluyor. Bunun sonucu olarak da başta coğrafya hipotezi, kültür hipotezi ve cehalet hipotezi olmak üzere, ülkeler arası eşitsizliklerin nedenlerini açıklayan pek çok hipotez ortaya atılıyor.

Ekonomik eşitsizliğinin nedenlerine ilişkin en genel kabul gören kuram, zengin ve fakir ülkeler arasındaki büyük ayrımın coğrafi farklılıklar tarafından belirlendiğini ileri süren coğrafya hipotezidir. Fransız siyaset felsefecisi Montesquieu tarafından 19. yüzyılda ileri sürülen ‘tropikal iklimde yer alan insanların tembelliğe eğilimli ve merak duygusundan yoksun oldukları, bu nedenle sıkı çalışmadıkları, bu yüzden de fakir olduklarına’ dair görüşten bu yana coğrafya ile ekonomik gelişmişlik arasında ilişki kuran pek çok çalışma ve görüş vardır. Coğrafya hipotezinin en önemli ve popüler versiyonlarından birisi yakın zamanda (1997) Jared Diamond tarafından ileri sürüldü[1]. Diamond, Pulitzer ödüllü Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı kitabında ülkeler arası kalkınmanın en önemli etkenlerinden birinin coğrafi özellikler olduğunu akıcı bir dille açıklamıştır.

Kültür hipotezi ise; ekonomik gelişme ile din, inanç, ahlaki ve moral değerler arasında bağ kurmaktadır. Ünlü Alman sosyolog Max Weber[2] tarafından da savunulan bu görüşe göre toplumların dini, ahlaki ve moral değerleri; çalışma ve iş ahlaklarına yansımakta ve çalışkan, dürüst, ahlaki donanıma sahip toplumlar ekonomik anlamda daha başarılı olmaktadırlar. Ayrıca bazı toplumlar, tutucu oldukları ve dolayısıyla yeniliklere açık olmadıkları için teknolojinin getirdiği imkanlardan yeterince faydalanamamaktadırlar.

İmar Davaları Rehberi Kitabı

Bazı ülkelerin zengin, bazılarının ise yoksul olmalarının nedenine ilişkin son popüler kuram, eşitsizliğin nedenini, insanların ya da yöneticilerin fakir ülkeleri nasıl zengin hale getireceklerini bilmemesine bağlayan cehalet hipotezidir. Bu hipotez yoksul ülkelerde iktisatçı ve siyaset adamlarının, bu ülkelerdeki çok sayıdaki piyasa başarısızlıklarından nasıl kurtulacaklarını bilmedikleri için ve genellikle yanlış bir politikalar izledikleri için ekonomik kalkınmanın gerçekleşmediğini ileri sürer.

2012 yılında yayımlanan ve ülkemizde de oldukça popüler olan “Ulusların Düşüşü- Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri[3]” adlı kitaplarında Daron Acemoğlu ve James A. Robinson yukarıda kısaca izah ettiğimiz her üç hipoteze de esaslı eleştiriler getirdiler. Çalışmalarının “demokrasi ve hukukun üstünlüğünün ekonomik gelişme için gerekli hatta zorunlu olduğu” yönündeki ana tezinin gölgesinde kalsa da çalışmada özellikle coğrafya hipotezine önemli eleştiriler söz konusudur. Kısaca söylemek gerekirse yazarlar, ekonomik gelişmenin coğrafya, kültür ya da bilgisizliğe bağlı olmadığını; belirli kapsayıcı siyasal, sosyal ve ekonomik kurumların mevcudiyetinin ekonomik gelişme için daha etkin sonuç vereceğini ileri sürmektedirler. Bunun tam aksine sömürücü ekonomik kurumları mevcut olduğu toplumların, refaha kavuşmalarının mümkün olmadığını vurgulamaktadırlar.

Peki gerçekten bu şekilde mi? Yani ekonomik gelişmenin; bilgi, coğrafya ya da kültürle hiç alakası yok mu veya geçmişte hiç olmadı mı? Sanayi devrimi neden Osmanlı İmparatorluğunda değil de İngiltere’de gerçekleşti? Az gelişmişlik kader mi, değil mi?

İşte bu çalışmamızda bu sorulara cevap arayacağız ve Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un “Ulusların Düşüşü- Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri” adlı kitabını ekonomik gelişmenin, özellikle coğrafya ve kültürle ilişkisi yönünden değerlendireceğiz. Bu anlamda adı geçen yazarların, kitaplarında ileri sürdükleri görüşlerini, temel olarak yine kendi kitaplarını referans alarak eleştirmeye çalışacağız.

Bunu yapmaya geçmeden önce, peşinen, bir noktaya parmak basmayı da vazife olarak görüyoruz: Amacımız, Acemoğlu ve Robinson tarafından ileri sürülen kapsayıcı ekonomik kurumlar/sömürücü ekonomik kurumlar tezinin kalkınma ile ilgisi olup olmadığını sorgulamak değildir. Yapmaya gayret edeceğimiz şey, coğrafyanın (en azından belirli bir tarihsel süreçte) ülkelerin kaderinde etkili olduğunu göstermektir.

Acemoğlu ve Robinson’un Coğrafya, Kültür ve Cehalet Hipotezlerine Eleştirileri

Acemoğlu ve Robinson’a göre coğrafya hipotezi tarih boyunca zenginliğin kökenlerini açıklamak için yetersiz kalmıştır. Ayrıca coğrafi etkenler yalnızca bugün dünyanın birçok bölgesinde karşımıza çıkan farklılıkları açıklamak için değil, ayrıca Japonya ve Çin gibi pek çok ülkenin neden önce uzun süreli durgunluk yaşayıp ardından bir hızlı büyüme sürecine girdiklerini açıklamak için de yetersizdir. Yazarlara göre, coğrafyanın kalkınmada etkili olmamasının en güzel örneklerden bir tanesi Ortadoğu’nun az gelişmişliğidir; coğrafya hipotezi Ortadoğu’nun bugünkü yoksulluğunu açıklamaktan uzaktır. Neticede Neolitik Devrim’de dünyaya öncülük eden Ortadoğu’ydu ve ilk şehirler günümüzdeki Irak’ta ortaya çıkmıştı. Demir ilk kez Türkiye’de izabe edildi ve Ortadoğu Ortaçağ’a dek teknolojik bakımdan dinamik bir bölgeydi. Oysa aynı Ortadoğu bugün yoksulluğun pençesinde kıvranmaktadır. Ayrıca bugün coğrafi anlamda birbirine oldukça yakın ve benzer olan devletler arasındaki gelişmişlik farkı da coğrafya hipotezini zayıflatmaktadır[4].

Acemoğlu ve Robinson “aydınlanmış, bilgili yöneticiler ve siyasetçiler bizi bu durumdan kurtarabilir; doğru tavsiyelerle ve siyasetçileri hangi ekonomi politikasının iyi olduğuna ikna ederek tüm dünyada refah ‘inşa’ edebiliriz” şeklinde özetledikleri cehalet hipotezine de karşı çıkmaktadırlar. Yazarlara göre piyasa başarısızlıklarını azaltacak ve ekonomik büyümeyi teşvik edecek politikaları hayata geçirmenin önündeki asıl engel siyasetçilerin cehaleti değil, içinde bulundukları toplumun siyasal ve ekonomik kurumlarının onlara sunduğu teşvikler ve getirdikleri kısıtlamalardır.

Zenginliği kültürle ilişkilendiren kültür hipotezi de Acemoğlu ve Robinson tarafından, ekonomik az gelişmişliği açıklama açısından yetersiz bulunmuştur. Yazarlar, kültürle ilişkili sosyal normların kurumsal farklılıkları destekledikleri ölçüde kalkınma ve refah açısından önem taşıdıklarını kabul etseler de din, ulusal ahlak, Avrupailik gibi kültürel özelliklerin, ekonomik gelişmişliği açıklamada oldukça yetersiz olduğunu iddia etmişlerdir. Bu görüşlerine örnek olarak da Meksika ile Amerika Birleşik Devletlerinin birbirine yakın olan ve kültürel açıdan benzerlik taşıyan bölgelerinin, ekonomik gelişmişlik açısından farklılık göstermesini vermektedirler. Keza Kuzey ve Güney Kore arasındaki gelişmişlik farklılığı da bu görüşe kanıt olarak ileri sürülmüştür.

Kalkınmanın kültürle ilişkili olmadığına dair bu görüş, kısmen doğru, kısmen yanlış bir kabuldür. Her şeyden önce kültür kavramının belirli bir kısmını alıp, diğerlerini kapsam dışı tutmak başlı başına ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Kültür, bir toplumun tarihsel süreç içerisinde oluşturduğu, nesilden nesile aktardığı maddi ve manevi manevi birikimlerinin tümüdür. Bu anlamda kültür tarihin derinliklerinden süzülüp gelen; zamanın ve ihtiyaçların doğurduğu, şuurlu tercihlerle, manalı ve zengin bir sentez oluşturan; sistemli ve sistemsiz şekilde nesilden nesile aktarılan; bu suretle her insanda mensubiyet duygusu, kimlik şuuru kazanılmasına yol açan; çevreyi ve şartları değiştirme gücü veren; nesillerin yaşadıkları zamana ve geleceğe bakışları sırasında geçmişe ait atıf düşüncesi geliştiren; inanışların, kabullenişlerin, yaşama şekillerinin bütünüdür. Kültür kavramı bir bütün olduğu ölçüde vardır ve bunu birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış parçalara bölmek mümkün değildir. Örneğin din ögesinin, ulusal ahlak ya da çalışma ilkelerini etkilememesi mümkün değildir.

Bu anlamda, kapsayıcı ekonomik kurumların ortaya çıkışını sadece belirli kültür ögelerine atfetmek doğru bir yaklaşım değildir. Dolayısıyla din, dil, ahlak gibi kültürel ögelerin, tek başına kapsayıcı ekonomik kurumların ortaya çıkışına neden olabileceklerini iddia etmek ne kadar zor ise bu kurumların ortaya çıkışında din, dil, ahlak gibi kültürel ögelerin herhangi bir etkisinin olmadığını iddia etmek de o kadar zor olsa gerektir.

İkinci olarak yazarların kapsayıcı ekonomik kurumlar üzerinde herhangi bir etkisi olmadığını ileri sürdükleri bazı kültür ögelerinin, ekonomik kalkınma açısından ciddi katkıları söz konusudur. Bu bağlamda, yazarların kapsayıcı ekonomik kurumların ortaya çıkışını sadece belirli kültür ögelerine atfeden yaklaşımları kadar belirli kültürel ögelerin ekonomik kalkınma açısından herhangi bir etkisi bulunmadığına dair yaklaşımlarına da itiraz etmek gerekir.

Örneğin seçmen davranışlarını ele alalım. Her iki yazarın da kabul ettiği ve çalışmalarında oldukça vurgulu bir şekilde belirttikleri üzere, ekonomik açıdan gelişmiş ülkelerin kalkınmalarında, seçmenlerin, politikacıların davranışları üzerindeki kontrol yetenekleri ciddi bir etkiye sahiptir. Bu anlamda ekonomik açıdan gelişmiş ülkelerde seçmenler, politikacılar ve dolayısıyla siyaset ve nihayetinde karar mekanizmaları üzerinde ciddi bir kontrol gücüne sahip oldukları için politikacıların kişisel çıkar peşinde koşmaları ve toplum menfaatlerini ihmal etmeleri, az gelişmiş toplumlara göre daha zordur. Buna karşılık az gelişmiş devletlerde seçmenler politikacılar üzerinde daha az kontrole sahiptirler, bu da politikacıların kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarının önüne koymalarına neden olur.

Seçmenlerin (doğal olarak toplumun) politikacılar üzerindeki kontrolünün düzeyi açısından siyasal kurumların etkisi olduğu yadsınamaz ancak bu kontrolde toplumsal ahlakın da ciddi bir payı söz konusudur. Toplumsal ahlakı, sadece insanlara karşı sorumluluklar bazında değil, devlete ve topluma karşı sorumluluklar bazında da ele aldığımız zaman söylemek istediklerimiz daha iyi anlaşılacaktır. Gelişmiş ülkelerde kapsayıcı ekonomik kurumların ortaya çıkmasında bireylerin toplum olma bilinciyle hareket etmelerinin ciddi bir katkısı söz konusu olmuştur. Örneğin mülkiyet haklarının korunmasında ve adil bir hukuki sisteme sahip olunmasında, sadece bireylerin kendilerine ve diğer insanlara karşı değil, aynı zamanda (hatta belki de daha fazlasıyla) devlete ve topluma karşı sorumluluklarını sahiplenmelerinin ciddi bir katkısı söz konusudur. Bu anlamda kişinin başkasının mülkiyet hakkına saygı göstermesini aşacak şekilde başkasının mülkiyet hakkını devlete ve diğer kişilere karşı korumayı kendisine vazife görmesi, kapsayıcı ekonomik kurumların oluşmasında ciddi katkı sağlamıştır. Bunun tam tersine olarak bireylerin, kendileri başkalarının haklarına saygı gösterse bile, bu başkalarının haklarını devlete ve diğer kişilere karşı koruma konusunda isteksiz davrandıkları durumda kapsayıcı ekonomik kurumlar gelişme imkanı bulamamaktadır. Bir Türk atasözünün de çok veciz ve kinayeli şekilde belirttiği üzere bana dokunmayan yılanın bin yaşadığı toplumlar da kapsayıcı ekonomik kurumların yeşermesi söz konusu değildir. Üstelik rüşvet, adam kayırma, yaranma gibi ekonomik kalkınmayla ilgili kültürel öğelerin toplumsal ahlak ile yakından ilişkisi olduğunu göz ardı etmemek gerekir.

Acemoğlu ve Robinson’un Tezi: Kapsayıcı/Sömürücü Ekonomik Kurumlar

Acemoğlu ve Robinson ekonomik gelişmişliği (ya da tersinden söylersek az gelişmişliği) toplumsal örgütlenmeye bağlamaktadırlar. Buna göre ülkelerin ekonomik başarıları kurumlara, ekonominin işleyişini belirleyen kurallara ve bireyleri motive eden teşviklere göre farklılık gösterir. Mülkiyet haklarının güvence altında olması, yeni iş kurmayı sağlayacak ekonomik teşviklerin ve yatırım sermayesinin varlığı, hukuk devleti kurumlarının çalışıyor olması, ekonomik kalkınma için gerekli en önemli şartlardır. Bu kurumlar yazarlar tarafından kapsayıcı kurumlar olarak tanımlanıyor. Kapsayıcı ekonomik kurumlar, bireylerin yetenek ve becerilerini en iyi şekilde kullanmaları ve istedikleri tercihleri yapabilmeleri için büyük halk kitlelerinin ekonomik etkinliğe katılmasına olanak tanıyıp teşvik sağlayan kurumlardır. Kapsayıcı ekonomik kurumların mevcut olduğu devletler (örneğin Batı Avrupa ve ABD) ekonomik açıdan gelişmiştir. Bunun tam tersine rüşvet, hukuksuzluk, yolsuzluk gibi sömürücü kurumlar, girişimciliği, verimliliği ve dolayısıyla yatırımları azalttığı (ya da artırmadığı için) sömürücü kurumların mevcut olduğu devletler ekonomik anlamda geri kalmaya mahkûmdurlar.

Yazarların kapsayıcı ekonomik kurumların refahı, sömürücü ekonomik kurumların ise yoksulluğu doğurduğu görüşüne katılmamak mümkün değil ancak bu ekonomik kurumların farklı devletlerde neden farklı şekillerde ortay çıktığının da izah edilmesi gerekir. Çünkü ekonomik gelişmişlik düzeyinin temek gerekçesi olarak ileri sürülen kapsayıcı/sömürücü kurumlar olgusu, ekonomik gelişmişlik açısından bir neden olduğu kadar belirli tarihi, coğrafi ve sosyal olaylar açısından da bir sonuçtur.

Bu yazımız da ilginizi çekebilir:  2/B Arazisi Nedir? 2/B Alanlarının Satışı Nasıl Olur? 2/B Alınır mı?

Bu anlamda, bazı devletlerin kapsayıcı ekonomik kurumlara, bazılarının ise sömürücü ekonomik kurumlara sahip olmasının arkasında yatan nedenleri de açıklamak gerekir. Kapsayıcı ekonomik kurumlar neden Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da ortaya çıktı da medeniyetin beşiği olan Ortadoğu’da görülmedi? Neden yazının, tekerleğin ve benzeri pek çok icadın keşfedildiği yer olan Ortadoğu, bugün tam bir sefalet içindedir? Bütün bu soruların cevaba ihtiyacı var.

Kapsayıcı Ekonomik Kurumların Coğrafi Arka Planı: Kapsayıcı Ekonomik Kurumlar/Coğrafya İlişkisi

Acemoğlu ve Robinson ekonomik gelişmeyi/kalkınmayı temelde kapsayıcı ekonomik kurumlar ile ilişkilendirmekte ancak kapsayıcı/sömürücü ekonomik kurumların tarihsel ve coğrafi arka planına yeterince değinmemektedirler. Bu yaklaşımları, ekonomik kalkınma ile coğrafya arasındaki bağı reddetmelerine paraleldir.

Bugün için kapsayıcı ekonomik kurumların kalkınma açısından önemi inkar edilemez. Bu anlamda katılımcı bir demokrasiye sahip olan, hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu, yönetenlerin de yönetilenler gibi hukuk kurallarına tabi olduğu, her türlü mülkiyet hakkını güvence altına alan devletlerin ekonomik kalkınmayı başarmaları şaşırtıcı olmayacaktır. Hatta ulaşım imkanlarının son derece gelişmiş olduğu bugünde ülkelerin coğrafi konumları ya da doğal kaynakları elvermese dahi kalkınmayı başarmak mümkün. Bugün için Ortadoğu Dünya’nın en zengin petrol kaynaklarına sahip, üstelik de konum olarak neredeyse Dünyanın merkezinde ama neredeyse tüm Orta Doğu ülkeleri kalkınmanın fersah fersah ötesindedir. Benzer şekilde hiç fındığın ya da kahvenin üretilmediği İsviçre firmaları, Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın pek çok ülkesine çikolata ürünleri satmaktadır.

Bununla birlikte, herhangi bir ülkede kapsayıcı/sömürücü ekonomik kurumların neden ve hangi koşullar altında ortaya çıktığı, göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir unsurdur. Yazarların verdiği örnekten devam edersek, Meksika ile ABD sınırında, birbirine yakın bölgelerdeki kalkınma ve gelişmişlik farklılıklarında bu devletlerin sahip olduğu ekonomik kurumların kapsayıcı veya sömürücü olmasının önemi yadsınamaz ama kapsayıcı ekonomik kurumların ABD’de görülüp Meksika’da görülmemesinin nedenleri de araştırılmaya ve üzerinde düşünmeye değerdir. Geçmişte zenginliğin ve ferahın hüküm sürdüğü Ortadoğu’da bugün sefaletin kol gezmesinin nedenleri, sorunun tarihsel kökenlerine inilerek araştırılmalıdır. Hatta belki de asıl vurgulanması gereken nokta budur.

Bu şekilde bir analiz yapılmadığı sürece ekonomik kalkınmayı/gelişmeyi, ekonomik kurumlar ile açıklamak her durumda yetersiz kalacaktır. Çünkü kapsayıcı/sömürücü ekonomik kurumlar, sadece iktisadi değil fakat aynı zamanda sosyolojik olgulardır. Bu kurumların oluşturulması ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmayı sağlayabilmesi için toplumsal bir zeminin varlığı elzemdir. Bu şekilde uygun bir toplumsal zeminin yokluğunda, kapsayıcı ekonomik kurumların siyasi iktidarların isteği ya da IMF gibi uluslararası ekonomik kuruluşların tavsiyesi/zorlaması ile oluşturulmasının, ekonomik kalkınmayı sağlamak açısından yetersiz kaldığı defalarca görülmüştür.

O halde kapsayıcı ekonomik kurumlara dair teorinin, bu ekonomik kurumların neden bazı ülkelerde ortaya çıkıp bazılarında çıkmadığına dair bir analiz ile tamamlanması ve kapsayıcı ekonomik kurumlar teorisinin coğrafi temelinin ortaya konulması gerekir. Bu kapsamda kapsayıcı ekonomik kurumların coğrafi ve tarihsel izini sürerek bu kurumların neden batıda ortada çıktığını izah etmeye çalışacağız.

Görkemli Devrim: Sanayi Devrimi Neden İngiltere’de Ortaya Çıktı?

Batının bugünkü kalkınmasının ve Dünyanın geri kalan kısmından teknolojik olarak ileride olmasının temelinde sanayi devriminin yattığına kuşku yoktur. İngiltere’de başlayan ve zamanla diğer Avrupa ülkelerine ve sonrasında Amerika Birleşik Devletlerine yayılan bu sanayileşme sayesinde Batı önce kendi içerisinde zenginleşmiş ve sonrasında da bu zenginliği ve teknolojik/askeri üstünlüğü sayesinde diğer bazı ülkeleri sömürerek refah seviyesini yükseltmiştir.

O halde sormamız gereken soru, sanayi devriminin neden Batı’da (hatta tam yeri ile söyleyelim, neden İngiltere’de) ortaya çıktığıdır. Sanayi Devrimi neden Ortadoğu’da ya da Avrupa’nın başka herhangi bir ülkesinde değil de, İngiltere’de meydana geldi? Bu sorunun cevabını da kapsayıcı ekonomik kurumların ilk olarak bu ülkede ortaya çıkması olarak vermek mümkündür. İngiltere’de 1642 yılında patlak veren iç savaş ve sonrasında gelişen süreç sonunda 1688 yılında İngiltere Kralı II. James’in önderliğindeki mutlakıyetçiler, III. William önderliğindeki meşrutiyetçiler tarafından yenilgiye uğratılmıştır. Görkemli Devrim olarak adlandırılan bu zafer İngiltere’de meşrutiyet yanlılarının iktidara gelmelerine ve Haklar Bildirgesinin (Bill of Rights) kabul edilmesi, hukuk devletinin geliştirilmesi, mülkiyet haklarının korunması, patent hakkı, ulaşılabilir finans gibi bir dizi kapsayıcı ekonomik kurumun ortaya çıkmasına neden oldu[5]. Bu ekonomik kurumlar da zamanla icatların ve teknolojik gelişmenin önünü açtı. Özellikle mülkiyet hakkının ve patent haklarının güvence altına alınması, insanları yenilikçi arayışlara teşvik etmiştir. Bu arayışlar sonunda ortaya çıkan iki önemli teknolojik buluş (buhar makinesi ve çırçır) sanayi üretimini ciddi biçimde artırdı. Sanayi devriminin getirdiği ortaya çıkardığı en önemli sonuçlardan birisi, bu teknolojik gelişmeler sayesinde tekstil üretiminde el emeğinden makineleşmeye geçilmesi ve bunun sonucunda tekstil üretiminin ciddi biçimde artmasıdır[6]. Ayrıca finans kaynaklarına kolay şekilde erişimin sağlanması, yenilikçi fikirleri olan kişilerin fikirlerini hayata geçirebilmek için finansal kaynak bulmalarını kolaylaştırdı. Üstelik mülkiyet ve patent haklarına getirilen koruma sayesinde bireyler ekonomik faaliyete girişmek ve kazanç elde etmek konusunda daha fazla istek sahibi oldular. Son olarak hukuk devleti ilkesinin güçlendirilmesi ve Haklar Bildirgesinin (Bill of Rights) kabul edilmesi sonucunda başta hükümdar olmak üzere, kapsayıcı ekonomik kurumlara zarar vermek isteyen herkes karşısında bağımsız bir yargı buldu. Bütün bu süreçler sonunda özellikle 1750’den sonra patentli icatlarda önemli bir sıçrama ve Sanayi Devrimini gerçekleştiren büyük bir teknolojik gelişme kaydedilmiştir. Sanayi devriminin, Görkemli devrimden kısa bir süre sonra yaşanmış olması tesadüf değildir.

O halde bir önceki paragraftaki soruyu, tarihsel süreç içerisinde geçmişe doğru bir yolculuk yaparak, şu şekilde devam ettirmek gerekir: Görkemli Devrim neden İngiltere’de ortaya çıktı? İktidar çatışmaları hemen her ülkede ortaya çıktığı halde, neden İngiltere’deki iç savaş (1688) bir devrim ortaya çıkardı? Hatta şunu da sorabiliriz: İngiltere’de daha önce yaşanan savaşlar (örneğin 1455-1485 yılları arasında York Hanedanı ile Lancaster Hanedanı arasında cereyan eden Güller Savaşı), bu şekilde bir sonuç doğurmamışken 1688 yılı savaşı neden bu şekilde bir sonuç doğurmuştur. Bu sorunun cevabını, o dönem İngiltere’sinde mutlakıyet karşıtı ekonomik sınıfın veya grubun gittikçe güçlenmesi ve bunun sonucu olarak da kraliyetinin otoritesinin sınırlandırılması isteğinde aramak gerekir. Gerçekten de o dönem İngilteresinin sosyolojik yapısı diğer Avrupa devletlerininkinden oldukça farklıdır. 17. yüzyılın başında İngiltere’de ne kölelik ne de feodal sistemin serflik gibi sert ekonomik ve siyasal uygulamaları vardı. Bunun yerine daha güçlü bir köylü kesim ve burjuva sınıfı söz konusudur. Bu durum da değişik güç gurupları arasındaki güç mücadelelerinin, mutlakiyetçiliğe kaymasını ve galibin, mutlak ve sınırsız bir güce kavuşmasını engellemiştir.

Şimdi incelememizi tarihsel süreç içerisinde bir adım daha geriye götürelim ve şu soruyu soralım: İngiltere’deki sosyolojik/toplumsal yapının, Dünya’nın geri kalanından farklı olmasının nedeni nedir? Bir başka ifadeyle mutkakiyetçiliğe set çeken bu orta sınıf ve burjuva sınıfı, İngiltere’de nasıl ortaya çıktı? Bu sorunun cevabını da 14. yüzyılın ortalarında Çin’de başlayıp ticaret yolları boyunca mesafe katederek Avrupa’ya ve nihayetinde İngiltere’ye ulaşan hıyarcıklı veba salgınında aramak gerekir[7]. Girdiği her ülkeden hemen hemen nüfusun yarısını yok eden bu hastalık diğer devletleri olduğu gibi İngiltere’yi de kökünden etkiledi. Fakat salgının etkisi Batı ve Doğu Avrupa’da farklı şekillerde ortaya çıktı. Salgından önce hem Batı hem de Doğu Avrupa’da feodalite hüküm sürmekteydi. Bu yapıda toprağın tek sahibi kraldı ve bu topraklar kral, lordlar ve köylülerin (serf) hiyerarşik yapısından oluşan bir sistemle işletilmekteydi. Doğal olarak bu sistemin tüm yükü köylülerin üzerindeydi.

Fakat veba salgını batı Avrupa’da toplumsal yapının değişmesine neden olmuştur. Köylü nüfusunun yarıya yakın oranda azalması, geriye kalanları bazı haklar talep etmek için cesaretlendirmiştir. Emek piyasasının bu şekilde daralması, bir yandan emek arz edenlerin elini güçlendirirken bir yandan da feodal lordları bazı tavizler vermeye zorlamıştır. Zamanla emek ücretleri arttı, angarya azaldı ve kapsayıcı bir emek piyasası oluşmaya başladı[8]. Özellikle angaryanın azalması ve zamanla kalkması ve emek ücretlerinin yükselmesi, üretimden oluşan artık değerin en azından bir kısmının köylü ve emekçi kesimde kalmasına neden olmuştur. Bu süreç bir yandan köylülerin gücünü artırırken diğer yandan da feodal lordların ve nihayetinde kralın mutlak gücünün azalmasına neden olmuştur. Bu süreç de nihayetinde 17. yüzyılda Görkemli Devrimin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Doğru Avrupa’da ise bu süreç tam tersi şekilde işlemiştir. Doğu Avrupa’da feodal güçlerin daha baskın ve etkin oluşu, vebanın Batı Avrupa’da ve İngiltere’deki sonucu doğuramamasına neden olmuştur. Bunun sonucu olarak da angarya artmış ve ücretler düşmüştür. Bu durum da köylü sınıfının gücünün zayıflamasına neden olmuştur.

Vebanın, Batı Avrupa’da ve özellikle de İngiltere’de, Doğu Avrupadakinden farklı sonuçlar doğurması da tamamıyla coğrafi yapıyla alakalıdır. Doğu Avrupa’nın yapısı gereği lordların daha fazla araziye sahip olması ve bunun doğal bir uzantısı olarak daha örgütlü olmaları, veba salgınının ortaya çıkardığı nüfus kaybının köylülerin aleyhine işlemesine neden olmuştur.

Görüldüğü üzere sanayi devriminin İngiltere’de ortaya çıkmasına neden olan süreç, Kara Ölüm olarak adlandırılan veba salgınının, coğrafi ve bazı toplumsal özellikler nedeniyle diğer ülkelerin aksine İngiltere’de feodal alt sınıfların gün kazanmasına neden olmasıyla başlamıştır.

Netice itibarıyla, İngiltere’nin coğrafi ve bazı toplumsal özellikleri nedeniyle Kara Ölüm’den farklı şekilde etkilenmesi, bir yandan köylülerin gücünü artırırken diğer yandan da feodal lordların ve nihayetinde kralın mutlak gücünün azalmasına neden olmuştur. Bu süreç uzunca bir mücadeleden sonra Görkemli Devrimin ortaya çıkmasına neden olmuş ve Görkemli Devrim de sanayi devrimini doğurmuştur.

Bütün bu anlattıklarımız gösterir ki Bu da göstermektedir ki küçük farklılıklar kritik dönemeçlerde ciddi sonuçlar doğurabilmektedir. Bu da kapsayıcı ekonomik kurumların tesadüfen ortaya çıkmadığını, bunun belirli bir toplumsal arka planı olduğunu, bu arka planın da öyle veya böyle coğrafi yapıdan etkilendiğini gösterir. Hatta şunu bile söylemek mümkündür: Amerika Birleşik Devletlerinde bugünkü kapsayıcı ekonomik ve demokratik kurumların ortaya çıkışı bile temelde coğrafya ile yakından ilgilidir. İngilizlerin yönetiminde bulunan Virginia Kumpanyasında ve diğer bölgelerde (örneğin Maryland ve Carolina) nüfus yoğunluğunun azlığı ve nüfus açısından değişik alternatiflerin varlığı, bu nüfusu zorlayarak çalıştırmayı imkansız ve bunlara bazı teşvikler verilmesini zorunlu kılmıştır[9]. Bu teşviklerin başında da insanlara toprak sahibi olma ve bu toprakları kendi adına işleme hakkının verilmesi gelmekteydi. Sonrasında ise insanlar daha fazla teşvik istemeye, siyasal ve sosyal haklar talep etmeye başladılar. Bunun sonucunda ise adım adım bugünkü Birleşik Devletler demokrasisi ortaya çıktı. Dolayısıyla, bizatihi Acemoğlu ve Robinson’un kendi ifadeleriyle söylemek gerekirse “demokratik ilkelere dayalı, siyasal gücün kullanımına sınır getiren ve bu gücü toplumun geniş kesimlerine yayan bir anaya benimseyip uygulayan ülkenin Meksika değil de Birleşik Devletler olmasının bir tesadüf olmadığı aşikardır”.

[1] Jared Diamond (2013) Tüfek, Mikrop ve Çelik, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 24. Baskı, 2013

[2] Max Weber (1999) Protestan Ahlakı ve Kapitalizm, Çeviren: Zeynep Gürata, Ayraç Yayınevi, 1999

[3] James Robinson, Daron Acemoğlu (Çeviren: Faruk Rasim Velioğlu) (2012) Ulusların Düşüşü- Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri, Doğan Kitap, 2012

[4] Yazarların bu konudaki görüşlerine Kitaplarının 52 ila 58 sayfalarında ulaşabilirsiniz.

[5] Acemoğlu ve Robinson (2013), Ulusların Düşüşü, s: 184

[6] Acemoğlu ve Robinson (2013), Ulusların Düşüşü, s: 186

[7] Acemoğlu ve Robinson (2013), Ulusların Düşüşü, s: 94

[8] Acemoğlu ve Robinson (2013), Ulusların Düşüşü, s: 99

[9] Acemoğlu ve Robinson (2013), Ulusların Düşüşü, s: 33-34