1. Anasayfa
  2. Gayrimenkul Makaleleri

İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması


İslam hukuku özel mülkiyeti benimsemekle beraber sınırsız bir mülkiyet anlayışı kabul etmemiştir. İslam hukukçuları temel hak ve özgürlüklerin sınırsız olmadığı ve maslahatın gerektirdiği durumlarda sınırlanabileceği konusunda hemfikirdirler (Talegani, 1989: 124).

Mülkiyetin gerek kazanılmasında, gerek elden çıkarılmasında ve gerekse mülk üzerinde tasarrufta bulunmasında önemli sınırlamalar söz konusudur. Hatta Ali El Hafif mülkiyetin “sosyal bir ödev” olma niteliğinin daha ağır bastığını vurgulamıştır (Kayıklık, 2007: 125). M. Faruk Nebhâni ise mülkiyetin sadece ödevden oluştuğunu söylemenin mümkün olmadığını, ancak bu hakkın sahibine ödevler de yüklediğini vurgulamıştır.

Osmanlı hukuku da özel mülkiyeti kabul etmekle beraber, ilerleyen bölümlerde açıklanacağı üzere, sınırsız bir mülkiyet anlayışı da kabul etmemiştir.

Her ne kadar Mecelle’nin 1192. maddesinde “…herkes mülkinde keyf-i mâyeşa (dilediği gibi) tasarruf eder” hükmüyle mutlak egemenlik ilkesi kabul edilmişse de Osmanlı hukuku mülkiyet hakkını sınırsız bir hak olarak görmemiştir.

Mülkiyet hakkı Mecelle’de mutlak bir hak olarak düzenlenmiştir, ancak bu durum, mülkiyet hakkının sınırsız olduğu anlamına da gelmemektedir. Bu anlamda mülkiyet hakkına getirilmiş önemli sınırlamalar söz konusudur. Mutlak subjektif olarak düşünülen bu hak, yumuşatılarak mülkiyet hakkının sağladığı tasarruf yetkisi toplum düzeni ve sosyal işlevler yönünden sınırlanmıştır. Bireyci temellere dayanan Mecelle’nin 1197. maddesinde bile, malike tanınmış bulunan geniş tasarruf yetkisi, başkası için aşırı bir zarar doğurmamak koşuluyla sınırlanmıştır.

Gerek İslam ve gerekse Osmanlı pozitif hukuku mülkiyet hakkının sınırlandırılabileceğini hüküm altına almıştır. Mecelle’nin 26. maddesi bireysel zararı, kamusal zarara tercih etmektedir. Buna göre bireysel menfaat ile kamu yararı çatıştığında kamu yararına üstünlük tanınacaktır. Böylelikle, hem mülkiyetin kamu yararı adına sınırlanabileceği, hem de kamu yararının kişisel yarardan üstün olduğu ilkesi açıkça benimsenmiştir.

Ancak bu sınırlandırmanın kamu yararı amacıyla yapılmış olması gerekir. 58. madde ise[1] halk üzerinde yapılacak tasarrufların kamu yararı amacına dayanması gerektiğini vurgulamaktadır.

Bu kapsamda mülkiyet hakkına getirilen başlıca sınırlamalar şunlardır:

İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkının Başkasına Zarar Vermeyecek Şekilde Kullanılması Zorunluluğu

Gerek İslam ve gerekse Osmanlı hukuku sınırsız bir mülkiyet anlayışı benimsememiş ve mülkiyet hakkının çeşitli yönlerden sınırlandırılmasına cevaz vermiştir. Bu konudaki ilk sınırlama mülkünü kullanırken başkasına zarar vermemedir. Buna göre malik mülkünü “la zarar” (başkalarına zarar vermeyecek şekilde) kullanmak zorundadır (Hatemi, 1977: 205). İslam hukuk yazınında da mülkiyetle ilgili olarak yapılan tanımlarda “başkasına zarar vermeme” ibaresi kullanılmıştır  (Çalış, 2004/a: 30).

Başkasına zarar vermeme kuralının dayanakları Kur’an-ı Kerim ve sünnette yer alan naslar ile bu konuda yürürlüğe konulan hukuk kaideleridir. Hz. Muhammed’in “Zarar yoktur. Zarara karşılık da yoktur” mealindeki hadisi de mülkiyet hakkının başkasına zarar verilmeksizin kullanılmasını zorunlu kılmaktadır.

Medeni Kanun’da yer alan “hakkın kötüye kullanılması yasağına” benzeyen bu kural, Mecelle’de de yer almıştır. Bu konuda Mecelle’nin hem genel kaideleri, hem de özel hükümleri uygulama alanı bulabilmektedir. Genel kaideler açısından bakıldığında Mecelle’nin “Zarar kadîm olmaz” hükmünü ihtiva eden 7. maddesine göre bir davranış başkalarına zarar veriyor ise, bu davranış ya da hak, kadim olsa bile sona erdirilir. Örneğin bir kişinin pis suları kadimden beri bir nehre akıyor olsa bile bu kişinin nehre pis su akıtmak konusunda kadim bir hakkı olamaz.

Ancak burada Mecelle şarihi Ali Haydar Efendi’nin dikkat çektiği bir nokta söz konusudur. Yazara göre 7. maddede bahsedilen zarar genel zarardır. Oysa ki özel zararın bu kapsama girmesi mümkün değildir. Örneğin nehre akıtılan pis su engellenebilirken bir başkasının arazisi üzerinde bulunan geçit hakkı, su alma hakkı gibi haklar engellenemez.

Mecelle’nin 19. maddesi ise başkalarına zarar vermeyi ve kendisine zarar verilen kimsenin bu zarara zararla mukabele etmesini yasaklamaktadır. “Zarar ve mukabele-bizzarar yoktur” hükmünü ihtiva eden bu maddeye göre malik mülkünü kullanırken başkasına zarar vermemekle yükümlüdür. Mecelle’nin 20. maddesinde yer alan “Zarar izale olunur” hükmü de başkasına verilen zararın tazmin edilmesini ve sonlandırılmasını emretmektedir (Kahveci, 2008: 4). Üstelik Mecelle’nin 25. maddesi de bir zararın kendi misliyle izale olunamayacağını (ortadan kaldırılamayacağını) hüküm altına almıştır. Bundan dolayı malik kendisine zarar veren bir diğer malike aynen zarar vermek gibi bir yol seçemez.

Genel kaidelerin yanı sıra özel hükümler de mülkiyet hakkı kullanılırken başkasına zarar vermeyi yasaklamaktadır. Örneği Mecelle’nin 1197. maddesine[1] göre hiç kimse başkasına fahiş zarar vermedikçe mülkünde tasarruf etmekten alıkonulamaz. Bu maddeyi tersinden okursak, hiç kimsenin mülkünü kullanırken başkasına zarar verme gibi bir hakkını olmayacağı sonucuna varırız.

Aynı Kanun’un 1198. maddesi de herkesin, kendi mülkü olan duvar üzerinde başkalarına fahiş zarar vermemek kaydıyla, dilediği kadar çıkabileceğini ve dilediği şeyi yapabileceğini hüküm altına almıştır.[2] Bu iki maddede geçen fahiş zarar kavramı ise 1199. maddede[3] açıklanmıştır. Buna göre binaya zarar veren, yani binayı güçsüz bırakan ve yıkılmasına neden olan, ayrıca malikin binasını kullanmasına engel olan şeyler fahiş zarar olarak kabul edilmektedir. Bu kapsamda hiç kimse binasını inşa ederken başkasının özel mülkiyetini ihlal etme hakkına sahip değildir (Kahveci, 2008: 4). Ayrıca ilk yapıldığı anda yıkılabilecek şekilde hatalı olarak yapılan binaların yıkılması nedeniyle başkasına zarar vermesi durumunda bina malikinin bu zararı tazmin etmesi gerekir.

[1] Madde 1197 –  Hiç kimse mülkünde tasarruftan men’ olunamaz. Meğer ki, âhara zarar-ı fâhişi ola. Ol halde men’ olunabilir. Nitekim fasl-ı sânîde tafsil olunur.”

[2] Madde 1198 – Herkes, kendi mülkü olan hâit üzerine, dilediği kadar çıkar ve istediği şeyi yapar. Zarar-ı fâhiş olmadıkça komşusu mân’i olamaz.

[3] Madde 1199 – Binaya zarar veren, yani binaya vehn getiren ve inhidâmına sebep olan, yahut havâyic-i asliyyeyi, yani süknâ gibi binadan maksud olan menfaat-ı asliyyeyi men’ eden şeyler zarar-ı fâhiştir.

Kamulaştırma

Bu konuda şu yazımıza bakınız: İslam Hukuku ve Osmanlı Uygulamasında Kamulaştırma

İslam Hukukunda Mülkiyetin Miktar Olarak Sınırlandırılması Gerektiğine İlişkin Tartışmalar

Servetin yığılmasını önlemek amacıyla bazı İslam hukukçuları ve yazarlar (Mustafa es-Sıbâî, Ali el-Hafîf, Ahmet Fehmî Ebû Sünne, Ebu Zer, Muhammed Arefe gibi), servet ve mülk edinmenin miktar olarak da sınırlandırılmasını savunmuşlardır (Çalış, 2004:131-135). Ebu Zer’e göre ihtiyaçtan (yani kendisinin ve ailesinin ihtiyacından) fazlasının biriktirmek haramdır (Kattan, 1967: 58). Bu yazarların dayandıkları temel görüşleri şu şekilde sıralamak mümkündür: Öncelikle Allah servet biriktirmeyi yasaklamaktadır. Tevbe Suresi’nin 34 ve 35. ayetlerinde şu hükümler yer almaktadır:

“Altını, gümüşü yığıp da onu Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara gayet elîm bir azabı haber ver! (Yığıp biriktirdikleri malların) üzeri cehennem ateşinden kızdırılıp bunlarla onların alınları, böğürleri, ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): “İşte kendiniz için topladığınız hazineler! Şimdi yığıp biriktirdiğiniz şeylerin (azabını) tadın bakalım.”

Haşr Suresi’nin “Allah’ın, fethedilen köylerin mallarından Peygamberine verdiği ganîmetler artık Allah’ındır ve Peygamberin ve yakınların ve yetimlerin ve yoksulların ve yolda kalmışların; bu da, o malın, sizin içinizdeki zenginlerin ellerinde devreden bir mal, bir sermâye olmaması içindir ve Peygamber, size ne verirse alın onu ve neden vazgeçmenizi emrederse vazgeçin ondan ve çekinin Allah’tan; şüphe yok ki Allah’ın azâbı çetindir.” hükmünü ihtiva eden 7. ayeti de mülkün belirli ellerde toplanmasını yasaklamaktadır.

Bu yazımız da ilginizi çekebilir:  İmar Planı Yapma Yetkisi Olan Kurumlar ve Yetki Alanları

Bu yazarlara göre mülkiyet, teklifî hüküm açısından mubah bir haktır; mubah hükümlerde ise, hükmün icrasıyla elde edilecek yararın (maslahat), bu yarara nispetle daha büyük bir zarara (mefsedet) sebep olması durumunda, söz konusu hükmün mubahlıktan harama dönüşmesi temel bir prensiptir (Çalış, 2004: 131). Bu yazarlar ve hukukçular servetin ve mülkiyetin bazı kişilerde birikmesinin diğerlerinin mülkiyet hakkını zedeleyebileceğini savunmuşlardır (Çalış, 2004: 131). Bu anlamda mülkiyetin belirli ellerde birikmesi toplumsal pek çok sorun ortaya çıkarmaktadır. Bundan dolayı mülk edinme eğer başkalarının mülk edinme haklarına zarar verecek nitelikte ise sınırlandırılması gerekir. Örneğin tarım arazilerinin bazı kişilerde birikmesi, diğer insanları tarım yapmaktan ve geçimini sağlamaktan alıkoyuyorsa, tarım arazilerinde edinilebilecek miktar sınırlandırılmalıdır. Kişinin ihtiyacından fazlasını biriktirmesi haramdır.

Ancak, mülkiyetin miktar olarak sınırlandırılması gerektiğine dair bu görüş çoğunluk tarafından benimsenmemiştir. İslam düşünürleri Tevbe Suresi’nin 34 ve 35. ayetlerini, Ebu Zer’in görüşlerinin tersine yorumlamışlardır (Kattan, 1967: 59).

Pozitif İslam hukuku mülkiyet hakkını miktar olarak sınırlandırmamıştır  (Nebhani, 1999). Başta Nebhani ve Kattan olmak üzere pek çok hukukçu, İslam hukukunda mülkiyetin miktar olarak değil, nitelik olarak sınırlandırıldığını vurgulamışlardır. Örneğin Nebhani, mülk edinmenin insan fıtratında bulunan bir özellik olduğunu, mülk edinmenin engellenmesinin insanların çalışmasını önleyeceğini, bundan dolayı da bu tarz yasakların yaratılışın gayelerine ters olduğunu ifade etmiştir (Nebhani, 1999: 96 – 97). Daha Hz. Muhammed hayatta iken, zengin pek çok müslüman bulunmasına karşılık, onların mallarından zekat dışında bir şey alınmamıştır (Kattan, 1967: 60). İslâm mülkiyete sınır getirirken mülkiyetin sayısal miktarına değil, ancak mülkiyetin nitel yönüne sınırlama yapmıştır. Osmanlı hukukunun yaklaşımı da paraleldir.

Mülkiyetin Edinim ve Kullanma Şekillerinin İslami Kurallara Uygun Olması

İslam hukuku özel mülkiyeti benimsemekle beraber sınırsız bir mül-kiyet anlayışı kabul etmemiştir. İslam hukukçuları temel hak ve özgürlükle-rin sınırsız olmadığı ve maslahatın gerektirdiği durumlarda sınırlanabileceği konusunda hemfikirdirler (Talegani, 1989: 124).

Mülkiyetin gerek kazanılmasında, gerek elden çıkarılmasında ve ge-rekse mülk üzerinde tasarrufta bulunmasında önemli sınırlamalar söz ko-nusudur. Hatta Ali El Hafif mülkiyetin “sosyal bir ödev” olma niteliğinin daha ağır bastığını vurgulamıştır (Kayıklık, 2007: 125). M. Faruk Nebhâni ise mülkiyetin sadece ödevden oluştuğunu söylemenin mümkün olmadığı-nı, ancak bu hakkın sahibine ödevler de yüklediğini vurgulamıştır.

Bu konuda önemli bir sınırlama da mülkiyetin edinim yolları ve harcanmasıyla ilgilidir. İslam hukuku ahlakilik denetimi yapılabilmesi için mülkün meşru yollardan kazanılmasını ve meşru amaçlar için harcanmasını emretmiştir (Hatemi, 1977: 205).

Bu kapsamda kişinin mülkiyet hakkının getirdiği korumadan yararlanabilmesi için mülkünü meşru yollardan edinmiş olması gerekir.

Mülkiyetin gayrı meşru yollarla kazanılması kabul edilmemiştir. Örneğin hırsızlık, rüşvet gibi yollarla mülk edinilmesi mümkün olmadığı gibi, bu şekilde elde edilen mallarını hukuken korunması da mümkün değildir.

Hatta Nebhani’ye göre mülk edinme ancak şeriatın izin verdiği şekillerde söz konusudur. Yazar’a göre özel mülkiyet beka içgüdüsünün göstergesindendir. Bundan dolayı mülk edinme tümden serbest bırakılırsa, bu durum insanı kargaşaya, ıstıraba ve anormal bir doyuma götürür. Üstelik malın belirli ellerde toplanması, hem çoğunluğun bu mallardan yararlanamamasına, hem de bir azınlık hakimiyeti oluşmasına neden olur (Nebhani, 1999: 104).

Bundan dolayı kanun koyucu mülk edinmeyi kısıtlamıştır. Bir başka ifadeyle mülk edinmenin, kanun koyucunun belirli nedenlerle koyduğu bazı sınırları vardır ve kanun koyucunun bir malın mülk edinilmesinde kullanılacak araçlar hakkında belirlediği sınırları aşmak caiz değildir.

Bundan dolayı mülk edinme, ancak kanun koyucunun belirlediği şartlarda ve araçlarla olmalıdır. Bu şartlar gerçekleşmediği sürece kişi, malı bilfiil birileri elinde bulundursa dahi mülkiyet gerçekleşmez. Yazar’a göre İslam hukuku yalnızca beş sebeple mülk edinmeye izin vermiştir  (Nebhani, 1999: 104): Çalışmak, miras, devletin hazinesinden vatandaşına vermesi, karşılığında herhangi bir çaba harcamadan elde edilen mal ve yaşamak için mala ihtiyacın olmasıdır.

Aynı şekilde mülkün meşru olmayan yollarda harcanması da yasaklanmıştır. Mülk üzerinde dinen makbul sayılmayan şekilde tasarrufta bulunulması da hoş görülmemiştir. Malik malı üzerinde tam bir tasarruf hakkına sahip olmasına rağmen, dinen hoş görünmeyen şekilde tasarruf edemez. Bakara Suresi’nin 188. ayetinde “mallarınızı aranızda batıl sebeplerle yemeyin” ifadesi yer almaktadır. Çünkü kişi mülkünden yararlanırken İslamiyetin koyduğu kurallar ile bağlıdır. Nitekim kişi maldan yararlanırken şer’î olmayan savurganlık ve dağınıklıkla tasarrufta bulunsa, devletin ona engel olması onu bu tasarruftan men etmesi ve ona verilmiş olan yetkiyi ondan alması gerekir (Nebhani, 1999: 105).            

Bunun tam aksine malın, Allah yolunda harcanması hoş karşılanmıştır. Örneğin Nisa Suresi’nin 95 ve 96. ayetlerinde “Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın (cihattan geri kalıp) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, cihattan geri kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah (mü’minlerin) hepsine de en güzel olanı (cenneti) va’detmiştir. Ama mücahitleri büyük bir mükâfat ile kendi katından dereceler, bağışlanma ve rahmet ile cihattan geri kalanlara üstün kılmıştır. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” hükmü yer almaktadır.

Vergiler

Bu konuda şu yazımıza bakınız: İslam Hukuku ve Osmanlı Uygulamasında Vergiler

Karaborsacılığın Yasaklanması

İslam hukuku mülkiyet hakkını ve piyasa ekonomisini benimsediği için ticari ilişkilere fazla bir müdahalede bulunmaz. Buna karşılık İslam hukukçuları karaborsacılığın kişilere zarar vermesi halinde yasaklanabileceği konusunda görüş birliği içerisindedir. İslam hukukunda karaborsacılık haramdır (Kattan, 1967: 30). Bundan dolayı yüksek fiyatla satılmak istenen malların, diğer malların fiyatına uygun olarak satılması konusunda gerek idarecilerin ve gerekse yargı mercilerinin yetkisi vardır.

Kanuni Ön Alım (Şufa) Hakkı

İslam Hukukunda Kanuni Ön Alım (Şufa) Hakkı

Fiyat ve Ücret Kontrolleri

İslam hukukunun piyasa ekonomisini ve fiyatların piyasa ekonomisi içinde oluşmasını benimsemesine rağmen İslam hukukçuları, malların halkın zararına olarak aşırı karla satılması durumunda, bir başka ifadeyle kıtlık dönemlerinde satış fiyatının devlet tarafından belirlenebileceği görüşündedirler (Yeniçeri, 1986: 268 – 269).

Özel Mülkiyet Konusu Olamayacak Şeyler

Bir diğer sınırlama, bazı malların özel mülkiyete konu olmasını yasaklamaktadır. İslam hukukunda bazı mallar özel mülkiyet konusu olmayacak statüdedir. Bunlardan bir kısmı (su, ateş ve ot) insanların ortak mülkiyetindedir, bir kısmı ise (nehirler, yollar ve dağlar gibi) herkesin yararlanmasına açık (mübah) yerlerdir. Bu yerlerden herkes başkasına zarar vermemek şartı ile yararlanma hakkına sahiptir.

Komşuluk Hukuku

Mecellede Komşuluk Hukukundan Kaynaklanan Sınırlamalar

Zorunlu Geçit ve Mecra Hakları

İslam ve Osmanlı hukukunda zorunlu geçit hakkı, zorunlu mecra hakkı gibi mülkiyet hakkının kanundan kaynaklanan sınırlamaları söz konusudur.

[1] Madde 58 – Raiyye, yani tebe’a üzerine tasarruf, maslahata menuttur.

Islam Hukukunda Mulkiyet Hakkinin Sinirlandirilmasi
İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması